İLİM KİTABI (2)
Dinde Mezhep ve Tarikatlara Ayrılanlar Tehlikededir
Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur:
“Fırkalara ayrılan ve kendilerine açık deliller geldikten sonra ihtilaf edenler gibi olmayın. Onlara büyük bir azap vardır.” (Al-i İmran 105)
Taberi dedi ki: “Allah Teâlâ şunu kastediyor: Ey iman edenler, fırkalara ayrılan kitap ehli gibi olmayın. Allah’ın dini, emri ve yasakları konusunda onlar, kendilerine açık delillerin ve Allah’ın hüccetlerinin gelmesinden sonra ihtilaf ettiler. Hakkı öğrendikten sonra ona muhalefet ettiler. Allah’ın emrine uymadılar. Allah’ın kendilerinden aldığı ahdi bozdular. Onlara; yani fırkalaşan ve kendilerine gelen delillerden sonra ihtilaf eden kitap ehline Allah katından büyük bir azap vardır. Allah Teâlâ buyuruyor ki; ey iman edenler topluluğu! Dininizde onların dinlerinde fırkalaştıkları gibi fırkalaşmayın. Onların yaptıklarını yapmayın. Dininizde onların adetlerine uymayın. Aksi halde Allah’ın büyük azabı onlara olduğu gibi size de isabet eder.”161
Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur:
“Namazı dosdoğru kılın, dinlerini parçalayan, fırka fırka olan ve her fırkası, kendi elindekiyle sevinen müşriklerden olmayın.” (Rum 31-32)
“Dînlerini, (bir kısmına inanıp bir kısmına da inanmayarak) parçalayanlar ve böylece fırka fırka olanlar, işte hiçbir hususta sen onlardan olmadın. Onların işi artık Allah'a kalmıştır; sonra da yapmış oldukları şeyi kendilerine haber verecektir.” (En’âm 159)
Taberi şöyle demiştir: “Ey Muhammed! Sen dinleri hakkında ihtilafa düşüp bölünerek fırka ve hiziplere ayrılan Yahudiler, Hıristiyanlar, bid'atçiler, şüpheciler ve sapıklardan uzaksın. Sen, hak olan dininden ayrılan müşriklerden, putperestlerden, Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve mürtedlerden değilsin. Onlar da senden değildir. Onların cezalandırılmaları Allaha aittir. Sonra Allah ahirette onlara yaptıkları amelleri bildirecek ve ona göre hesaba çekecektir.
Ebu Hureyre radıyallahu anh’e göre ise bu âyette, dinlerini parça parça edip ayrılığa düşmeleri beyan edilen insanlardan maksat, bu ümmetin bid'atçileri, Kuran’ın muhkem âyetlerini bırakarak müteşabih âyetlerine uyanlarıdır.162
Taberi, diyor ki; “Bana göre bu konuda doğru olan söz, Allah Teâla’nın, bu âyetle hak dinini bölük pörçük eden ve ayrılığa düşen bütün insanları kastettiğini söyleyen sözdür. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in üzerinde bulunduğu Hanif dininden ayrılan putperest müşrikler de, Yahudiler de, Hıristiyanlar da, Hanif dinindeymiş gibi görünüp de bid'atlar icad edip insanları doğru yoldan saptıranlar da bu âyetin genel ifadesine dâhildirler. Allah Teâla bu âyetle, Peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'e, ümmetinin bid'atçilerinden, inkârcılarından, kavminin müşriklerinden, Yahudi ve Hıristiyanlardan beri olduğunu bildirmektedir.”163
Ebu Hureyre radıyallahu anh’den: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Dînlerini, (bir kısmına inanıp bir kısmına da inanmayarak) parçalayanlar ve böylece fırka fırka olanlar, işte hiçbir hususta sen onlardan olmadın” (En’am 159) ayetinde bahsedilenler bu ümmetin bid’at ve hevâ ehlidir.”164
Ömer radıyallahu anh’den: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Ey Aişe! Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar...” ayetinde kastedilenler bu ümmetin bid’at, hevâ ve sapıklık ehlidir. Bunların tevbesi yoktur. Ey Aişe! Bid’at ve hevâ ehli dışındaki her günâhkarın tevbesi vardır. Sadece bunların tevbesi yoktur. Ben onlardan uzağım ve onlar da benden uzaktır.”165
161 Taberi Tefsiri (7/92)
162 Sahih mevkuf. el-Uşeyb, Cuz (no:44) Buhari Halku Ef’ali’l-İbad (s.66) Taberi (12/270).
163 Taberi Tefsiri (12/268-272)
164 Sahih. Taberani, Mucemu’l-Evsat (1/207) isnadında Muallel b. Nufeyl vardır. İbn Hibban onu es-Sikat’ta zikretmiş ve Taberani, Mucemu’s-Sagir’de sika olduğunu söylemiştir. Taberî, Tefsir’inde (12/270) diğer bir rivayet yoluyla mutabisini rivayet etmiştir.
165 Hasen. Hakîm et-Tirmizî Nevadir (906) İbn Ebî Hâtim (8157) Taberânî Sagir (560) Ebû Nuaym Hilye (4/137) Beyhakî Şuab (7239-40) İbn Batta el-İbane (140)
Dört Mezhep Nasıl Yayıldı?
İlim talebesi olduğunu iddia eden ve insanların ilim ve alimlere ait lakaplar verdikleri, kendilerine “hatip” ve “davetçi” denilen birçok kimsenin zihinlerinde kökleşen fitnelerden birisi, dört mezhebin İslâm’ın direklerinden olduğu, mezhebi olmayanın dininin de olmayacağı, fırka ve ihtilafların dinin ruhu ve zirvesi olduğu, hatta ihtilafın rahmet (!) olduğu gibi düşüncelerdir. Öyle ki, Kitap ve sünnetten delil sormanın küfrün esaslarından olduğu iddia edilmiştir.
es-Savî el-Malikî, Celaleyn haşiyesinde şu habis iddiaya cüret etmiştir: “Kitap ve sünnetin zahirini almak küfrün asıllarındandır”166
Bu çirkinliğin bir benzeri de Hanefilerden el-Kerhî’nin: “Ashabımızın (Hanefilerin) muhalif oldukları her ayet veya her hadis ya te’vil edilir, ya da nesh edilmiştir”167 sözüdür.
Halbuki Allah bu ümmete tek kitap indirmiş, tek peygamber göndermiş ve şöyle buyurmuştur:
“Fırkalara bölünen ve ihtilaf edenler gibi olmayın” (Al-i İmran 105)
“Rabbinin merhamet ettiklerinin dışındakiler ihtilaf etmeye devam ederler” (Hud 118, 119)
“Allah, îman edenleri, üzerinde ihtilâf ettikleri hakka, kendi izniyle hidayet etmiştir” (Bakara 213)
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem geride bir ümmet bırakmış, bu ümmet en hayırlı ümmet olmuştur. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in vefatının ardından, yerleri doldurulamayan kimseler de vefat etmişler, hayırdan sonra şer gelmiş, şu mezhepler ortaya çıkmaya başlamıştır. Şeytan bu fitneyi çeşitli kılıklarla süslemiş, hayatlarını Allaha ve rasulüne davetle geçiren faziletli insanlar olan hadis alimlerinin isimlerini bu mezheplere takmıştır.
Sonra gelenler kör taklitten başkasını kabul etmemişler, bu alimler adına yalancı şahitlik yaparak iftira etmiş, buhtanda bulunmuşlar, hiçbir nesep bağları olmadığı halde kendilerini bu alimlere nispet etmişlerdir. Böylece “İmam Malik’in mezhebi”, “İmam Şafii’nin mezhebi” ve “İmam Ahmed’in mezhebi” gibi sözler işitilmeye başlanmıştır.
“İmam Ahmed şu meselede şu görüştedir, İmam Malik şu görüşüyle ona muhalefet etmiştir” dediklerini işitiriz! Şayet meseleyi araştıracak olursak, o imamların bu işle alakalarının olmadığını ve güzel bulmadıklarını görürüz. Bilakis bunlar ancak fırka ve ihtilafa dayanmış, sonra gözleri şaşmış ve oyalanıp durmakta olan sonrakilerin sözleridir. Bu ihtilaf ve fırkalaşmalarına: “İmam Ahmed’e ait” veya “İmam Malik’e ait” diyerek kılıf uydurmuşlar, böylece iblis bu ümmete fırkalaşmayı yerleştirmiş, bunun sonucu olarak da ümmet başarısızlığa uğramıştır.
Ebu Şame el-Makdisi rahimehullah, şöyle diyor: “Kimisi insanların zihinlerinin kalıntısı ve fikirlerinin çöplüğü ile kanaat ederek mezhebinin mensuplarından nakilde bulunmaktadır. Ariflerden birine mezhebin anlamı sorulunca: “Değiştirilmiş din demektir” diye cevap vermiştir. Allah Teâlâ:
“Dinlerini parçalayan, gruplara bölünen ve her grubun kendilerinde bulunanlarla sevindikleri müşrikler gibi olmayın” (Rum 31-32) buyurmuştur. Dikkat edin! Buna rağmen alimlerin önderleri gibi görünen bazıları, Allah katında ve hakiki din alimlerine göre cahillerden de cahildirler! Hatta onlar hristiyanların rahipleri ve yahudi alimleri mesabesindedir! Çünkü Yahudiler ve Hristiyanlar, kendilerinin bidat olarak çıkardıkları şeyler dışında usul ve furu’yu inkar etmişlerdir. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu sahih olarak gelmiştir:
“Sizden öncekilerin yollarına aynen uyacaksınız”168
166 Haşiyetu’s-Sâvî Ala Tefsiri’l-Celaleyn (3/10 – İhyau’t-Turasi’l-Arabi baskısı) Mukallit avamın tepkilerinden ürkenler: “Kıyası kabul etmeyen ve mezheb taklid etmeyen Ehl-i sünnet dışıdır” demeye başladılar! Halbuki seleften hiç kimse “Kıyası kabul etmeyen ehl-i sünnet dışıdır” dememiş, bilakis kıyas ve kıyas ashabı hakkında ağır sözler söylemişlerdir. Selefin üzerinde bulundukları menheci ters yüz etmek için ellerinden geleni yapadursunlar, Allah onların zulmünü er yada geç bertaraf edecektir!
167 Ebu’l-Hasen el-Kerhi, Usulu Fikh (s.38)
168 Muhtasaru’l-Muemmel Fi’r-Reddi İle’l-Emri’l-Evvel kitabında (Mektebetu’s-Sahveti’l-İslamiyye- Kuveyt baskısı, s.36)
İmam Ahmed’in Taklid, Mezhep, Re’y ve Kıyasa Karşı Tutumu
Burada bizzat İmam Ahmed’in, bunların iftira olduğunu ortaya koyan ve kendisinin menhecinin Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ittiba olduğunu, falan ve filanın görüşlerini şiddetle çirkin gördüğünü açıklayan sözlerinden bazılarını zikredeceğiz:
Sünen sahibi İmam Ebu Davud şöyle demiştir: “Ahmed’in şöyle dediğini işittim:
“Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in dışında herkesin sözünü almak da, terk etmek de mümkündür.”169
Ebu Davud dedi ki: “Ahmed’e şöyle dedim: “el-Evzâî’ye mi, yoksa Malik’e mi uyayım?” Dedi ki:
“Dininde bunlardan hiçbirini taklid etme! Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den gelenleri al”170
Ebu Davud dedi ki: “Ahmed b. Hanbel’in şöyle dediğini işittim:
“Ne Malik’in ne de herhangi bir şahsın görüşü hoşuma gider.”171
İmam Ahmed rahimehullah işte böyle sakındırmıştır. Lakin Allah’ın gurura düşürdüğü bu kimseler Allah’ın kitabını ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetini arkalarına atmışlar, onun yerine re’y ve kıyası almışlardır. Daha hayırlı olanı, düşük olanla değişmişlerdir.
İbn Hânî, İmam Ahmed’in şöyle dediğini nakletmiştir: “Ebu Hanife ve ashabının görüşlerini terk et!”
Ebu Davud dedi ki: “İmam Ahmed’in re’y ashabının durumundan bahsettiğini işittim. Şöyle dedi:
“Onlar Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetlerini eksiltmeye çalışıyorlar”
El-Meymûnî şöyle demiştir: “Ebu Abdillah Ahmed b. Hanbel’e:
“Re’y ashabı’ndan ilim yazalım mı?” diye sorulunca şöyle dediğini işittim:
“Abdurrahman b. Mehdî dedi ki: “Kişi, şu kitaplardan (şahsi görüşlerine dair) bir kitap ortaya koyarsa ondan hadis yazılmasını uygun görmem.” Ahmed dedi ki:
“Re’yi/Görüşü ne yapacaksın? Hadis bunlara ihtiyaç bırakmaz.” Yine şöyle demiştir:
“Kim re’y sahibini (meselelere şahsi görüşüyle hüküm vereni) tavsiye ederse İslâm’ın yıkılmasına yardım etmiş olur.”172
Ebu Mes’ud Ahmed b. Furat b. Halid er-Razi ed-Dubbî el-Esbehanî, İmam Ahmed’in şu sözünü rivayet etmiştir:
“Fitneye düşürmek için re’y ashabını tavsiye eden, İslâm’ın yıkılmasına yardım etmiş olur.”
İmam Ahmed rahimehullah, hayatında dini re’y ile alanlar hakkında bu gibi sözler söylemiş, böyle kimselerin İslâm’ı yıktıklarını belirtmiştir. Bu yüzden İmam Ahmed rahimehullah hadisi şerifler içeren kitapları tavsiye etmiştir. Sonra insanların görüşleriyle bu hadisleri birbirine katan, habis ile tayyibi karıştıran kitaplar yazılmıştır. İmam Ahmed bu görüşlerin atılmasını ve silinmesini, kitapta sadece hadislerin bırakılmasını emrederdi. Kalbi olan için bu yeterlidir. Allah’ın basiretini aydınlattığı kimseler için ayet ve hadislerden başkasına ihtiyaç yoktur. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadisiyle yetinmeyene cehennem yeter!
İbn Hânî şöyle demiştir: “Ahmed b. Hanbel’e Ebu Hanife’den rivayet edilip edilmeyeceği soruldu.
“Hayır” dedi.
“(Ebu Hanife’nin öğrencisi) Ebu Yusuf?” diye sorulunca:
“O da onlar gibidir” dedi. Sonra şöyle dedi:
“(Görüşlerine dair) kitap yazan ve hadisleri yazmayan kimselerden hoşlanmam.”173
İmam Ahmed rahimehullah şöyle demiştir: “(Şahsi görüşlere dair) yazılan kitapların hiçbirinden hoşlanmam. Kim böyle bir kitap yazarsa o bir bidatçidir.” İbn Hani dedi ki:
“Ahmed’e; “Malik ve Şafii’nin kitaplarını mı yoksa Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’un kitaplarını mı tercih edersin?” diye sordum. Dedi ki:
“Şafii daha hoşuma gider. (Malik ve Şafii) kitap yazmış olsalar da hadisle fetva veriyorlar. Şu ise (yani Ebu Hanife) re’y ile fetva veriyor! Bu ikisi arasında ne kadar çok fark var!”174
İbn Hânî şöyle demiştir: “Erdebil’den birisi İmam Ahmed’e, kitap yazmış olan Abdurrahman adlı birisi hakkında soruldu. İmam Ahmed dedi ki:
“Ona Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in sahabelerinden birinin veya tabiinden birinin bunu yaptığını mı söylemişler?” İmam Ahmed öfkelendi ve bu konuda sert konuşarak yasakladı. Dedi ki:
“İnsanları ondan sakındırın! Sana hadis yeter.”175
Abdulvehhab el-Verrak şöyle dedi: “Ahmed b. Hanbel gibisini görmedim.” Ona:
“Ahmed’in ilmini ve başkalarından üstünlüğünü anlamanı sağlayan husus nedir?” diye sorulunca şöyle dedi:
“Bir adam ona altmış bin mesele sordu, bunlara “ahberana: bize şöyle haber verildi” ve “haddesena: bize şöyle hadis rivayet edildi” diyerek cevap verdi.”176
Tabakatu’l-Hanabile’de; el-Mubarek – Ali b. Ömer el-Bermekî – Ahmed b. Abdillah el-Maliki – babası – Muhammed b. İbrahim b. Abdillah b. Yakub b. Zevran - Ebu’l-Abbas Ahmed b. Cafer b. Yakub b. Abdillah el- Farisi el-Istahari isnadıyla şöyle rivayet edilmiştir:
“Ebu Abdillah Ahmed b. Muhammed b. Hanbel dedi ki: “Din ancak Allah’ın kitabı, eserler, sünnetler, birbirini tasdik eden, sahih ve kuvvetli haberleri nakleden güvenilir ravilerin aktardıkları sahih rivayetlerden ibarettir. Bu, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e, sahabelerine – Allah onlardan razı olsun – tabiîne, tebau’t-tabiine ve onlardan sonra kendilerine uyulan, sünnete sarılan, rivayetlere bağlanan, bid’atle bilinmeyen, yalanla eleştirilmeyen, muhalefetle suçlanmayan meşhur imamlara kadar ulaşır. Bu imamlar kıyas ve re’y ashabı değillerdir. Zira dinde kıyas batıldır. Re’y de aynı şekilde, ondan daha batıldır. Dinde re’y ve kıyas ashabı sapık bidatçilerdir...
Re’y ashabı sapık bidatçilerdir ve onlar sünnet ve eser (rivayetler)in düşmanlarıdırlar. Hadisi iptal eder, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i reddederler, Ebu Hanife’yi ve ona yakın olanları imam edinerek onların dinlerini din edinirler! Hangi sapıklık bundan daha açık olabilir? Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ve ashabının sözlerini terk ederler, Ebu Hanife ve ashabının sözlerine uyarlar! Alçak bir sapkınlık ve tugyan olarak bu yeter!... Re’y ashabına gelince, onlar sünnet ashabına:
“Nabita ve Haşeviye” derler. Allah’ın düşmanı olan re’y ashabı yalan söylemişlerdir! Bilakis kendileri Nabita ve Haşeviyedirler. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadisini ve rivayetleri terk ederek şahsi görüşlerini söylemişler, dinde kıyas ve istihsan yaparak Kitap ve sünnete aykırı hükümler vermişlerdir. Onlar bidatçi, cahil, sapık, yalan ve iftira ederek dünya peşinde koşan kimselerdir.”177
İmam Hafız Ebu Nasr el-Vâilî es-Secezî (v.444 hicrî) şöyle diyor: “...Allah Subhanehu onu Ebu Abdillah Ahmed b. Muhammed b. Hanbel eş-Şeybanî rahimehullah ile destekledi ve kapsayıcı olan ilk menheci ortaya koydu. Fıkıhta öne geçti. Önce Ebu Hanife ve Sufyan’ın mezhebini araştırdı. Sonra Malik’in mezhebini araştırdı. Sonra Şafii’nin mezhebini araştırdı ve kendisi için hadis yolunu seçti. Bilgisi ileri boyutta idi. Kuvvetli bir verâ’ı vardı. Seleften gelen rivayetlere sarılırdı. Sağlam bir akıl ve hilim sahibi idi. Selefin üzerinde bulundukları yolu yaydı. Mihne’de (Kur’an’ın mahluk olduğunun iddia edildiği fitne döneminde) sebat etti. Sadece sabit sünnette gelenlere yöneldi.”178
Harb el-Kirmâni, İmam Ahmed’in şöyle dediğini nakletmiştir:
“Kıyası terk etmek ve sünnete uymak en selametli yoldur.”179
Herevi, Harb b. İsmail’den naklediyor: “Ahmed b. Hanbel’e re’y hakkında soruldu, bundan hoşlanmadı ve yasakladı.”180
İbn Kayyım naklediyor: “Mervezi, İmam Ahmed’in kıyas ashabı hakkında şiddetli sözler söyleyerek karşı çıktığını rivayet etmiştir.”181
169 El-Mesail (276)
170 El-Mesail (276)
171 El-Mesail (275)
172 Bkz.: İbn Abdilhadi, Fîmen Tekelleme Fihi’l-İmam Ahmed (5. Madde) Tabakatu’l-Hanabile (1/53-54).
173 Mesailu İbn Hani (2368-2369)
174 Mesailu İbn Hani (1908-1909)
175 Mesailu İbn Hani (1911).
176 Tabakatu’l-Hanabile (1/6)
177 Tabakatu’l-Hanabile (1/24-35)
178 er-Reddu Ala Men Enkera’s-Savt ve’l-Harf (s.215 Daru’r-Raye baskısı)
179 Harb el-Kirmani, Mesail (s.40).
180 Zemmu’l-Kelam (411)
181 İ’lamu’l-Muvakkiin (1/257)
İmam Ahmed’in Tabi Olduğu Menhec
İmam Ahmed ile aynı asırda Davud b. Ali ez-Zahirî, Buhârî ve Muslim gelmişler, dosdoğru bir yol olan aynı menhec üzerinde ilerlemişlerdir. Onlardan sonra hicrî beşinci asrın övüncü İmam İbn Hazm gelmiş ve aynı menhece tabi olmuştur. Bu menhec sahabe, tabiin ve onlara güzellikle uyanların menhecidir. Bu yol, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in ve ashabının üzerinde bulundukları yoldur. Bu menhece uyanlar her asırda ve her ülkede şahsi görüş, zan ve taklidi terk eden, ihtilafı ve fırkalaşmayı iptal eden kimselerdir. İşte İmam Ahmed’in ashabından insaf sahipleri, bu menheci korumuşlar, kıyası ve re’yi reddetmişler, bilakis İmam Davud’un da üzerinde bulunduğu İmam Ahmed’in menhecine uyum göstermişlerdir.
Er-Resâilu’l-Kemâliye sahibi Allâme Şattî el-Hanbelî şöyle diyor: “İmam Ahmed, zahiri imamlardandır. İmam Ahmed; Davud b. Ali ez-Zahirî, İbn Hazm ve başkaları gibi zahir imamlarından olduğu için, önceki Hanbelî fakihlerinden bazısı Davud’un ve başkalarının mezhebinin hükümlerini de nakletmeye özen göstermişlerdir. Mesela Ebu’l-Hattâb el-Kelvezanî’nin “Ruusu’l-Mesâil” kitabı, İbn Hamdan’ın “er-Riayetu’s-Sugra” ve “er- Riayetu’l-Kubra” kitapları ve bunlardan başka mezhepte mutemed olan diğer kitaplar böyledir.”
Burada allâme eş-Şattî’nin İmam Ahmed’i zahiriliğe nispet ettiğini ve onu zahiri imamlarından saydığını görüyoruz. Bunun anlamı, tevil etmeksizin, hakiki zahir anlamının dışına çıkmaksızın, kıyas ve re’yden uzak durarak, nasların zahirini almaktır. İşte zahir ehlinin menheci budur. Hatta bu, hadis ve eser ashabının tamamının menhecidir. Onların bundan başka bir menheci yoktur. İmam Ahmed’den re’y ve kıyası zemmettiğine dair gelen rivayetler bunu pekiştirmektedir. Bu rivayetleri bazı hanbeliler çeşitli yollarla tevil etmeye kalkışmışlardır. Ancak bazıları da anayoldan ayrılmamışlar, re’y ve kıyası reddetmişlerdir. Allah yardımcımız olsun.
Öyleyse İmam Ahmed adına nispet edilerek uydurulan bu mezhep nereden çıktı?!
İmam Ahmed’in fıkhî mezhebi denilen şeyin tedvini, Kadı Ebu Ya’lâ el-Ferrâ tarafından hicrî dördüncü asırda yapılmıştır. Aradan uzun süre geçtiği için rivayetler farklı ve çelişkili hale gelmiştir. Halbuki İmam Ahmed kendisinin sözlerinin yazılmasını yasaklamış ve Kitap ve sünnette gelenin alınmasını teşvik etmiştir.
Dördüncü asırdan sonra doğuda mezhebe nispet edilme yayılmış, kendilerini İmam Ahmed’e nispet eden bir azınlık, O’nun tabi olunan bir mezhep haline getirmeye kalkışarak, Şafiilerden ve Hanefilerden olan düşmanlarına benzemişlerdir. Ancak Hanbelîler, re’y ve kıyasa tabi olma ve İmam Ahmed rahimehullah’ı taklid etme konusunda diğer mezheplere yaklaşmışlar, diğer mezheplerde olduğu gibi İmam Ahmed’in sözlerini sanki şer’î bir nas gibi, mantuk ve mefhum olarak ele almışlardır. Kıyas ve re’yi reddeden ve naslara sarılmakta devam eden halis grupları cumhura muhalefet etmekle suçlamışlardır.
Hicrî yedinci asırda İbn Teymiyye ve İbnu’l-Kayyım rahimehumallah ve öğrencileri ortaya çıkmışlar, tecdid ruhunu ve delillere tabi olmayı canlandırmışlar, akide ve fıkha dair birçok meselede delile tabi olarak cumhura muhalefet etmişlerdir. Ancak bu kalkınma tamamlanamamıştır.
Islahatçı imam Muhammed b. Abdilvehhab’ın asrında, bu imam delile tabi olmuş ve cahiller kendisine hücum etmişler, onun beşinci bir mezhep çıkardığını iddia etmişlerdir. Kendisinden sonra O’nu siyaset olarak takip edenler, hezimete uğramış söze dönüş yaparak: “Biz Hanbelileriz” demeye başlamışlardır!!
Onları buna iten sebep, eski bir psikolojik düğüm olan: “Cumhura muhalefetten kaçınmak” kompleksidir. Buna rağmen onlar akidede cumhura muhalefet etmişler, fakat re’y ve kıyas konusunu hafife almışlar ve bunları emretmişlerdir. Vahhabiyye davetine uyanların sonrakilerine farz olan şey, akide ve ahlakta uydukları gibi, fıkıh ve fıkıh usulü konularında da naslara ittiba menhecinden ayrılmamaları idi.
Suudilerin devleti kurulduktan sonra da selefiyyenin sonraki mensupları aynı menhecde yürümüşler, lakin mezhebin görüşü delile aykırı olsa dahi onları taklid etmeyi eklemişlerdir! İmamların mantuk ve mefhum olarak sözlerini kabulleri, tıpkı şer’î bir nas gibi kabul edilir olmuştur!
Hatta ülkelerinde dinî üniversiteler kurulduktan sonra el-Cuveynî ve el-Eşarî’nin kitaplarından fıkıh usulü okutmaya başlamışlardır! İşte o zaman Abdullah b. Ahmed’in es-Sunne kitabını bastıklarında, Hanefilere şirin gözükmek için orada geçen re’yin ve Ebu Hanife’nin metodunun kınanmasına dair bölümü çıkarmışlardır! Hatta ve hatta içtihatla ve naslara bağlanmakla savaşarak re’y ehlinin bir ordusu haline gelmişlerdir. Allah yardımcımız olsun.
Hanbeli Mezhebinin Tabakaları
Birinci tabaka: Hicrî 241-403 yılları arasındaki mutekaddimin tabakasıdır. Bu merhale İmam Ahmed’in bazı öğrencilerinden başlar, İbn Hâmid’in zamanına kadar devam eder. Burada Hanbeli mezhebinin oluşması hususunda hicrî 343 yılında vefat eden Ömer b. Huseyn el-Harakî ve Gulamu Hallal diye meşhur Ebu Bekr Abdulaziz b. Cafer’e işaret etmeliyiz. Bilinmektedir ki bu ikisi Hallal’ın el-Cami’ini özetlemişler, Hallal’ın el-Cami’inde her mesele hakkında zikrettiği rivayetler arasında, her biri farklı rivayetleri tercihte bulunmuşlardır. Mezhep olarak bunlara dayanmışlardır. İkisinin ittifak ettikleri tercihler ancak seksen küsur meseledir ki, bunları İbn Ebi Ya’la, Tabakat’ında, Gulamu Hallal’ın biyografisinde zikretmiştir. İbn Kudame, el-Mugnî’de genelde el-Harakî’nin tercihlerine dayanmıştır. Zira el-Mugnî, Muhtasaru’l-Harakî’nin şerhidir. El- Harakî’nin tercih ettiği rivayetten sonra en meşhur olan Ebu Bekir’in tercih ettiği rivayetlerdir.
İkinci Tabaka: Hicri 403-884 yılları arasındaki orta tabakadır. Bu merhale İbn Hamid’in öğrencilerinin zamanından başlar, ki onların başında Kadı Ebu Ya’lâ gelir. Hanbeli fıkhının imamlarının çoğu bu tabakadandır. Bu tabakanın en bariz etkisi, Kadı Ebu Ya’lâ’ya tecsim görüşüne meyletmek suçlamasının yapılması ve İbn Akil’in Mutezile’ye meyledip, sonra bu görüşten dönmesidir. Diğer bir önemli sima Ebu’l-Hattab el-Kelvezanî’dir. Onlar çoğunlukla İmam Ahmed’den nakledilen meselelere dayanmışlardır. Lakin onlar İmam Ahmed’in sözlerini tam bir istikra ile mülahaza eden kimseler değildirler. Ashabı tahricden de değildirler. Bu yüzden Kadı Ebu Ya’lâ, gerek itikadi meselelerde, gerekse fıkıh usulü ve fıkhî meselelerinde İmam Ahmed adına birçok hatalar yapmıştır. Onun kitapları bu hatalarla birlikte yayılmış ve sonrakilerin ellerine ulaşmıştır.
Hanbeli mezhebinin fıkıh usulüne bakıldığında, üç şahsa dayandığı görülür: Birincisi: Kadı Ebu Ya’lâ. En önemli kitabı el-Udde’dir. İkincisi: İbn Akil el-Bağdadî (hicrî 431-513 yılları arasında yaşamıştır) en önemli kitabı el-Vadıh’tır. Üçüncüsü: Ebu’l-Hattab. En önemli kitabı et-Temhid’dir.
Onların metotlarına bakıldığı zaman, Hanbeli mezhebine hizmet etmek istedikleri ve bunun için diğer mezheplerden alarak fıkıh usulü kitapları yazdıkları görülür. Dolayısıyla bu kitaplar İmam Ahmed’in savaş açtığı kelam ilmi merkezli kitaplar olmuştur. El-Udde kitabına bakan, bunu bütün açıklığıyla anlar. Bu yüzden Kadı Ebu Ya’lâ’nın İmam Ahmed’e nispeten söylediği şeyler ancak imâ yoluyladır. Hatta İmam Ahmed’in söylemesi kesinlikle mümkün olmayan sözleri dahi O’na nispet etmiştir!
Diğer taraftan İbn Teymiyye ve İbn Receb, İmam Ahmed’in usulünü insanların en iyi bilenleridirler. Kitapları buna delalet etmektedir. Bunun en açık sebebi, her ikisinin de İmam Ahmed’in fıkıhta, hadiste, sahabe ve imamların rivayetlerine özen gösterme ve kelam ilminin etkisinden uzaklığındaki usulünü bildikleri gibi, O’nun sözlerine de hakim olmalarıdır.
Belki de Hanbeli mezhebine en güzel hizmeti yapanlar Kudame ailesidir. Muvaffakuddin el-Makdisi, Ravzatu’n-Nazır’ı yazmıştır. Bundan sonra Hanbelî fıkıh usulünde en önemli kitap sayılan eseri, ed-Dımeşki es- Salihî (hicri 541-620) yazmıştır. Bu eser Şafiilerden el-Gazalî’nin el- Mustasfa kitabının özetine benzemektedir. Lakin önceki üç kitabın kapsamı dışına çıkmamıştır. Bu yüzden çoğunlukla “Bu Ahmedin mezhebidir” veya “Ondan rivayet edilmiştir” diye kesin ifade kullanır. Halbuki o, bu konuda kendisinden öncekilere tabi olmuştur. Onun İmam Ahmed’in meselelerini, usul kaideleri çıkarmak için araştırdığı görülmez. Bununla beraber İbn Kudame, İbn Teymiyye’nin dediği gibi:
“El-Evzâî’den sonra Şam’a gelenlerin en fakihidir.” Aynı şekilde onun el-Mugni kitabı, Hanbelilerden başkaları için dahi en önemli fıkıh kitaplarından biri haline gelmiştir. İbn Kudame, diğer mezheplerin görüşlerini de toplamaya önem vermiştir. Lakin daha önce söylediğimiz gibi, Hanbelî mezhebi genelde el-Harakî’nin tercihlerine dayanır. Mezhebi ıslah etmek için en önemli çabaları harcayan Takıyuddin İbn Teymiyye’dir. Çünkü o İmam Ahmed’in menheci ve sözlerine hakim idi. Yine diğer mezhep fakihlerini taklid edenleri ve tercihlerini de iyi biliyordu. İbnu’l- Kayyım ve İbn Receb de, İbn Muflih gelinceye kadar aynı çizgide gitmişlerdir.
Üçüncü Tabaka: Hicrî 885 yılından başlayıp günümüze kadar gelen muteahhirin tabakasıdır. Bu merhale mezhebin zamanındaki şeyhi el- Merdavî’den başlayıp, günümüze kadar devam etmiştir. Necdiyye davetinin uyandırması ile diğer mezheplerde olduğu gibi Hanbeli mezhebi de düşüşe geçmiş, önce Kitap ve sünnete dönüş yapmaya çalışmışlardır. Yakın zamanlara kadar İmam Ahmed’in sözlerini yeniden inceleme daveti başarılı olamamıştır. Şeyh Muhammed b. Abdilvehhab şöyle demiştir:
“Onlar Hanbelilerdir! Buna rağmen insanların bid’ati en az olanları onlardır. El-İkna ve el-Munteha kitapları, sonraki fakihlerinin temel dayanağı olsa da, bu kitaplar İmam Ahmed’in mezhebine ve sözlerine aykırıdır. Bunu bilen bilir.“182
Peki ya diğer mezheplerin kitaplarını ne zannediyorsun?
Her tabaka, kendisinden önceki tabakadan devralarak Hanbelî mezhebi merhaleler geçirmiş, tashih, içtihat, ittiba ve taklit hususlarında halden hale girmiştir. Mesela aynı tabakadan olmalarına rağmen el-Hallal, İbn Hâmid ile hiçbir durumda karşılaştırılamaz. Aynı şekilde orta tabakada o zamanın alimleri arasında birçok ihtilaflar görürüz. Bu ince bir fayda ifade etmektedir! O da şudur: Yazarların çoğu bu yaşanılan bütün tabakalardaki bu devreleri örnek vermiyorlar! Bilakis onların tamamen mezhebi tashih için çalıştıklarına dair örnekler veriyorlar. Merdâvî’nin yaptığı tashihler, sonrakilerin mezhebi değildir. Bilakis muteahhirinin (sonraki Hanbelilerin) dayanağı el-İknâ ve el-Munteha’dır.
El-Medhal kitabında şöyle geçer: “Bil ki, ashabımızın oldukça meşhur olan üç metni vardır. Bunların birincisi Muhtasaru’l-Harakî’dir. Öncekiler indinde bu kitabın şöhreti doğuya ve batıya ulaşmıştı. El- Muvaffak bu kitap üzerine el-Mukni’yi yazdı. Dokuzuncu asra kadar alimler katında el-Harakî’nin şöhretine yakın bir şöhrete ulaştı. Kadı Alauddin el- Merdavî, et-Tenkihu’l-Muşba’ kitabını yazdı. Ondan sonra el-Futuhî diye meşhur, Takıyuddin Ahmed b. Neccar (hicri 898-972) geldi ve el-Mukni’ ile et-Tenkih’i cem etti. Bu kitabına “Munteha’l-İradat Fi Cem’il-Mukni Maa’t- Tenkih ve Ziyadat” adını verdi. İnsanlar tembelliklerinden ve bu mezhebin az önce zikrettiğimiz alimlerin maksatlarını unuttuklarından dolayı, bu kitaba bağlandılar ve öncelileri ait diğer kitapları terk ettiler. Aynı şekilde Şeyh Musa el-Hicavî el-Makdisî (v.968) el-İkna kitabını yazdı. Bu hususta es- Samiri’nin (hicri 535-616) el-Mustev’ib kitabını örnek aldı. Hatta kitabının büyük kısmı, (İbn Teymiyye’nin dedesinin (v.652h.) el-Muharrar, el-Furu’ ve el-Mukni’ kitaplarından oluşmaktadır. Bunları tek sözde toplamıştır. Böylece sonrakiler bu iki kitaba ve şerhlerine yöneldiler.” 183
182 Ed-Dureru’s-Seniyye (1/45)
183 İbn Bedran el-Medhal (s.434)
İbn Teymiyye Hanbelî Mezhebini Taklid Etti mi?
İbn Teymiyye İmam Ahmed’in mezhebine ve görüşlerine bağlanmamıştır. Hatta onun diğer mezheplerden ayrı bir mezhebi olduğunu söylemek de mümkündür. Tercihlerinin çoğunda dört mezhebin ittifaklarına muhalefet etmiştir. Yine onun, bazı insanların icma zannettikleri görüşlere muhalif tercihleri vardır. Bundan dolayı İbn Teymiyye ve Hanbeli’lerden olan İbn Muflih, İbn Kayyım, İbn Abdilhadi gibi öğrencilerini ayrı bir tabaka saymak yerinde olur. Bu, başlangıcında Hanbeli mezhebinden farklı, yeni bir tabakadır. İbn Teymiyye asla el-Harakî’nin ve Gulamu Hallal’ın tercihlerine bağlanmamıştır. Buna rağmen İmam Ahmed’den gelen rivayetlere ve Hanbeli’lerin görüşlerine geniş bir vukufiyeti vardı. Bunlara bağlanmamıştı. Bilakis bazen mezhepte mutemet görüş haline gelmiş olan, İmam Ahmed’in sözlerine de muhalefet etmiştir.
İbn Teymiyye, Hanbeli mezhebinde tercihte bulunmuş, bunları İmam Ahmed’den gelen rivayetlere, Hanbelilerin takrirlerine ve Harakî’nin tercihlerine dayandırmamıştır. Bilakis, İmam Ahmed’in sözüne aykırı bile olsa, şahsi içtihatları üzerine bina etmiştir. Burada kimsenin muhalefet etmeyeceği bir örnek verebiliriz: İbn Teymiyye Fetava’sında şöyle der:
“İzar giymeye gücü yettiği halde dizleri açık olarak namaz kılan kimsenin namazı caiz değildir. Bu hususta ihtilaf edilemez (!!) Bir grubun yaptığı gibi, bu konuda uyluğun avret olması hakkında gelen iki rivayete dayananlar hata etmişlerdir. Ne Ahmed , ne de başkaları
“Kişi böyle bir durumda namaz kılabilir” dememişlerdir! İmam Ahmed, omuzların örtülmesi gerektiğini söylediği halde, uyluğun açılmasının mubah olduğunu nasıl söyleyebilir?”184
184 El-Fetava (22/116)
Muhammed b. Abdilvehhab’ın Hanbeli Mezhebini Islah Etmeye Çalışması
Şeyh Abdullatif rahimehullah’ın oğlu Şeyh Abdullah rahimehullah şöyle der: “Şayet burada alimlerimizin ve şeyhlerimizin İslami davet zamanında, özellikle de şeyhleri Muhammed (b. Abdilvehhab’ın) takrirlerini anladıktan sonra, kararlaştırdıkları şeye özen gösterilseydi, onlar bize önder ve örnek olurlardı. Şeyh Muhammed b. Abdilvehhab rahimehullah risalelerinde şöyle demiştir:
“el-İkna ve el-Munteha kitaplarında bulunanların çoğu, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sözleri bir yana, İmam Ahmed’in sözlerine de aykırıdır. Bunu bilen bilir.”
Şeyh İbrahim b. Şeyh Abdillatif de (rahimehumallah) şöyle demiştir: “Sonrakilerden bazıları, muhalifleri sahih olan herşeyi kabul etseler dahi, öncelikli ve tercihe şayan olanla hüküm vermiyorlar. Bütün insanları tercih ettikleri şeye bağlamak istiyor ve ağlarına düşürüyorlar. Onları helake sürüklüyorlar.” Akıl sahipleri için uyarı olarak bu söz yeter.“185
Şeyh Mennâ’ el-Kattan rahimehullah, İmam Muhammed b. Abdilvehhab’ın daveti hakkında bir kitap derlemiş, orada Muhammed b. Abdilvehhab rahimehullah’ın davetinin kitap ve sünnete dayandığını açıklamıştır. Şeyhin biyografisine dair bir kitap yazmış, orada Muhammed b. Abdilvehhab’ın yetiştiği ortam ve asrı hakkında bilgi vermiş, sonra akide hususundaki davetinin kitap ve sünnet merkezli olduğu gibi, fıkıh konusundaki menhecinin de kitap ve sünnet delillerine dayalı olduğunu anlatmıştır. Sonraki Hanbeliler ise Muhammed b. Abdilvehhab’ın Hanbeli mezhebini taklid ettiğini iddia etmektedirler!
Şeyh Muhammed b. Abdilvehhab rahimehullah delile tabi olanlardan idi. Cahiller kendilerine hucum edip: “Bunlar mezheplerin dışına çıkıyor” diye saldırdıklarında, maalesef Şeyhi takip edenlerin iddia ettikleri gibi; Hanbeli mezhebini taklit etmiyordu!
İşte onların bu yalpalamalarının sebebi, eski bir psikolojik kompleks olan cumhura muhalefet çekincesidir!
Allame Hasen el-Kettânî, “el-Ecvibetu’l-Vefiyye An Es’ileti’z-Zekiyye ve Munakaşati’l-Hareketi’l-Vehhabiyye” adıyla bilinen “el-Uzru bi’l-Cehl” adlı risalesinde şöyle demiştir:
“Bununla beraber Necdîler Hanbelî olmuşlardır. Ancak onlar delil, mezhepte meşhur olana muhalif ise, mezhebi terk ederek delili almışlardır. Nitekim hicrî 1349 yılında vefat eden Sa’d b. Hamd b. Atîk rahimehullah, fıkıhta Hanbeli’lerin mutemed kitabı olan Zadu’l-Mustakni nazmında şöyle demiştir:
“İbn Abdilvehhab, mezhep taklidi ve delili terk hususunda aşırı giden taklitçileri uyarmıştır. Nitekim kendisi ve ashabı bu meselede mutedildirler. Mezheplere hürmet eder, imamlarına saygı gösterirlerdi. Onlar Hanbelilere, ancak delilinin sahih olduğu hususlarda uyarlardı...”
Yine şöyle demiştir: “el-Elbani’nin İbn Abdilvehhab’ı ve ashabını eleştirme sebebi, onların Hanbeli mezhebine tutunmalarıdır. Hatta onları mezhep mutaassıbı olmakla itham etmiştir. Nitekim öğrencisi Muhammed Iyd el-Abbasi, “Bid’atit-Taassubu’l-Mezhebî” kitabında onlara karşı çıkmış, Necid’de meşhur olan
“Her kim ez-Zâd(u’l-Mustaknî’yi) ezberlerse kullar arasında hüküm verebilir” sözünü reddetmiştir.
Bütün bu nakledilenler, İmam Ahmed b. Hanbel rahimehullah’ın üzerinde yaşadığı ve üzerinde vefat ettiği menheci ve insanların onun adına uydurdukları mezheple Ahmed’e söylettikleri şeylerden berî olduğunu açıkça ifade etmektedir.
İmam Ahmed’in kıyası, re’yi veya şimdikilerin neredeyse hiç anlamadıkları buna benzer şeyleri kabul ettiğine dair bütün söylenenler bâtıldır.
İmam Ahmed, kör taklidi terk etmeye ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olmaya davet ederek yaşamıştır. İmam Ahmed, isterse Malik, Şafii, el-Evzai gibi büyüklerden gelmiş olsun, re’yler arasında fark görmemiş, bütün re’ylerin (kişisel görüşlerin) İslam’ı yıktığını söylemiştir.
Elimizde mevcut olan karanlık mezheplerin fıkıh kitapları insanların görüşleriyle doludur. Ahmed b. Hanbel, hidayetin Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadislerinde olduğunu, bunun yeterli geleceğine, bunun dışındakilerin ise, büyük alimlerden gelseler dahi sapıklık ve körlük olduğuna inanıyordu.
Allah, İmam Ahmed’e rahmet etsin, onu kıyamet gününde sevdiği ve tabi olduğuyla beraber haşreylesin.
185 Ed-Dureru’s-Seniyye (4/105-106)
Ebu Muaz Seyfullah el-Çubukâbâdî "BİZDEN OLMAYANLAR" Şerhi'nin - Ses Kayıtları 01 - 67
Ebu Hanife Bid’atinden Döndü mü?
Şeyh el-Elbani, İbn Useymin, İbn Baz ve Şeyh Mukbil gibi müçtehit alimlerin vefatlarından sonra özellikle Suud’da bulunan Hanbeli Mezhebinin ve diğer mezheplerin mutaassıpları, mezhep taklidi bidatini yeniden diriltmek için habis faaliyetlerine hız vermişlerdir. Önce “dört imamın akideleri birdir” gibi söylemler ortaya atarak Ebu Hanife’nin akidesinin de diğer üç imamla aynı olduğu zannını uyandırmışlar, sonra güya “sünnete en uygun mezhep Hanbeli’liktir” söylemiyle, isimlerinin sonuna “el-Hanbeli”, başkaları da “el-Hanefi”, “eş-Şafii” gibi nispetler eklemeye başlamışlardır. Halbuki muayyen bir mezhebe nispet edilmenin kendisi sünnete ve selefin menhecine muhaliftir.
Ebu Hanife’yi Şeyhulislam İbn Teymiyye gelene kadar doğru dürüst savunan bir ehl-i sünnet alimi de olmamıştır. Lakin İbn Teymiyye rahimehullah, Ebu Hanife ile kendilerini Ebu Hanife’ye nispet eden Maturidilerin akidelerinin birbirinden uzak oluşuna işaret ederken, Ebu Hanife’nin iman konusunda mürcie oluşunu da belirtir.
Günümüzde mezhepleri revaca getirmeye çalışanlar ise, Ebu Hanife’yi sütten çıkmış ak kaşık gibi sunmak için mürcielik bidatinden döndüğü iddiasını da ortaya atmışlardır.
Bunlardan birisi Dr. Muhammed el-Humeyyis’in, Dört İmamın İtikadı kitabında Ebu Hanife’nin “iman artmaz ve eksilmez” görüşünü zikrettikten sonra şöyle demesidir:
“Ebu Hanife’nin imanın artıp eksilmesi hakkındaki görüşüyle, onun imanı tarif ederken “iman kalp ile tasdik, dil ile ikrardır, amel iman hakikatinin dışındadır” sözü, O’nu Malik, Şafii, Ahmed, İshak, Buhari vb. imamlardan ayıran en bariz farklılığıdır. Hak ise saymış olduğumuz diğer imamların dediğidir. Ebu Hanife bu sözü ile hakka isabet edememiştir. Ancak o, bu halde de ecir sahibidir. İbn Abdilberr ve İbn Ebi’l-İz’in dediklerine bakılırsa, Ebu Hanife, bu görşünden vazgeçmiştir. Allah daha iyi bilir” Bkz.: et-Temhid (9/247) Tahavi Akidesi (s.395)
Bu ifadeler şu çarpıtmaları içermektedir:
Birincisi: Ebu Hanife, Sahabe ve Tabiinin icma ettikleri bir akide esasına muhalefet etmesine rağmen, içtihadında hata eden bir hakim gibi, hatasında da ecir sahibi olarak lanse edilmiştir. Halbuki selefin icma ettikleri bir akide konusunda böyle bir hata, sahibine değil ecir kazandırmak, ehl-i sünnetin dışına çıkarır. Üstelik kitap ve sünnet nasları açıkça “imanın artmasından” bahsederken, Ebu Hanife hangi ayete yahut hangi hadise dayandı da içtihat etti? Humeyyis, bunun kitap ve sünnete dayalı bir içtihat olamayacağını bilmesine rağmen rağmen Ebu Hanife’nin ecir aldığını iddia etmektedir! Üstelik şayet Ebu Hanife’nin bu konuda dayandığı bir nas olsaydı bile, Selefin icma’ına muhalefet ettiği için yine mazur görülemezdi.
İkincisi: Ebu Hanife’nin bu sapık görüşünden de dönmüş olduğu ima edilerek aklanmaya çalışılmıştır. Buna kaynak olarak da İbn Abdilberr ve İbn Ebi’l-İz verilerek iftira edilmiştir. İbn Ebi’l-İz muteahhirundan olduğu için onun sözü hüccet değildir. - Yine de İbn Ebi'l-İz Ebu hanife'nin bu görüşünden döndüğüne dair herhangi bir şey dememiş, sadece aradaki farklılığın lafzî olduğunu iddia etmiştir - İbn Abdilberr’in et-Temhid'inde kaynak verilen bölümünü aktaralım ki, nasıl iftira edildiği açıkça ortaya çıksın:
“Muemmel, Hammad b. Zeyd’in şöyle dediğini nakletti: “Ebu Hanife ile irca hakkında konuştum.
“Ben şöyle derim” demeye başladı. Ben de ona dedim ki:
“Bize Eyyub, Ebu Kılabe’den, o da Şam’lı bir adamdan, o da babasından rivayet etti. Sonra hadisi sonuna kadar zikretti. Hammad dedi ki:
“Ebu Hanife’ye: “Görüyor musun, hangi islam ve hangi iman en üstündür diyor, sonra hicret ve cihad imandan sayılıyor” dedim.” Bunun üzerine Ebu Hanife sustu. Arkadaşları ona:
“Ey Ebu Hanife cevap vermeyecek misin?” dediler. O da:
“Cevap veremem. O bana bunu Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etti” dedi. Diğer rivayette Muemmel ve başkaları şöyle rivayet ettiler:
“Hammad b. Zeyd dedi ki: “Ben Mekke’de Ebu Hanife ile beraberdim. Bir adam gelip iman ve islam hakkında sordu. Ebu Hanife:
“İman ile islam birdir” dedi. Ben de ona dedim ki:
“Ey Ebu Hanife, bize Eyyub, Ebu Kılabe’den rivayet etti...” böylece hadisi zikretti.186
Evet, İbn Abdilberr’in nakli böyle. Muemmel, ezberi iyi olmayan bir ravi olduğu için isnadında zayıflık olmakla beraber, Humeyyis’in çarpıtmaları şu noktadadır:
1- Humeyyis, Ebu Hanife’nin “iman artmaz ve eksilmez” görüşünden döndüğüne İbn Abdilberr’in bu naklini delil getirmiştir. Halbuki burada imanın artması ve eksilmesi değil, amellerin imandan bir cüz olması ve iman ile islamın birbirinden farklı oluşu söz konusu edilmektedir.
2- Humeyyis, “İbn Abdilberr’in ifadesine bakılırsa Ebu Hanife bu görüşünden vaz geçmiştir” diyor. Oysa burada Ebu Hanife’nin görüşünden döndüğüne dair bir ifade yoktur. Sadece kendisine getirilen delil karşısında cevap veremeyişi zikredilmiştir.
Hulasa, Ebu Hanife’nin, “iman artmaz ve eksilmez” şeklindeki mürcie akidesinden döndüğüne dair bir delil yoktur. Ebu Hanife’ye aşırı hüsnüzanla hareket eden muasır araştırmacılar işin şurasını gözden kaçırıyorlar: Onların Ebu Hanife’yi her konuda aklamak adına yaptıkları bu girişim, aslında Ebu Hanife’yi Ehl-i Sünnet dışı sayan Veki b. el-Cerrah, Şa’bî, Hammad b. Zeyd, el-Evzai, Sufyan es-Sevrî, Malik b. Enes, Abdullah b. Mubarek, Buhari, Nesai, Fesevî, Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Ahmed ve diğerleri gibi imamları itham etmektir!
186 et-Temhid (9/247)
Zâhirîlik İthamının Hakikati
Zahirîlik, eğer bir mezheb olsaydı, beşinci mezheb değil, ilk mezheb olurdu. Günümüzde “Zahirilik”le nitelenen kimselerin menheci, ümmetin selefinin, müçtehitlerin, hadis ehlinin ve günümüze kadar taasubu reddedip, taklidi terk eden herkesin üzerinde bulunduğu yoldur. Şeyh Mukbil rahimehullah’ın “Her müslümana zahiri olmasını öğütleriz” derken kastettiği mana da budur.
İmam Şevkani’nin dediği gibi: “İnsaf ile rızıklandırılan ve aslı bozulmamış zekası olanlara göre bu, önce tefekkür, sonra ameldir. Bu yalnız Davud ez-Zahiri’nin ve ona tabi olanların mezhebi değildir. Bilakis Sahabe asrından bugüne kadar dinin naslarına bağlanan büyüklerin mezhebidir. İmam Davud onlardan sadece biridir... Delilerle meşgul olan büyük müçtehitlerin makalelerine dikkatle baktığın zaman, onların bizzat Zahir mezhebinde olduklarını görürsün. Hatta insaf ile rızıklandırılmışsan, gerektiği gibi içtihat bilgilerini öğrenmişsen ve kitap ve sünnet ilimleri üzerinde hakkıyla düşünürsen sen bir zahiri olursun. Yani Kitap ve sünnetin zahiri ile amel edersin. Bu, Davud ez-Zahiri’ye nispet edilmek demek değildir. Çünkü burada “Zahirilik” ile kastedilen, ittifak edilen zahire nispet edilmek demektir. Bu nispet ise iman’a, islam’a ve rasulllerin sonuncusu Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e nispet edilmenin kendisidir.”187
Alimlerin zahiriliğe karşı konumlarına gelince, bütün alimler aynı konumda değildirler. Onların çoğu zahir ehli olduklarını açıklamasalar da aynı yolu izlemişlerdir. İmam Şevkani’nin dediği gibi büyük müçtehitler de böyledir. Sonrakiler ise bu menheci veya bazı meselelerini tenkid ediyor ya da ondan sakındırıyorlar! Bunun birçok sebeplerinden bazıları şunlardır:
* İmam Ebu Suleyman Davud b. Ali ve İmam Ebu Muhammed b. Hazm’ın veya bu ikisinden başkalarının dile getirdikleri az sayıdaki meseleleri, batını olmaksızın zahirine göre icra etmeleri, ihmali mümkün olmayan kıyas-ı celî’yi ihmal etmeleri
* İbn Hazm rahimehullah’ın muhalifi reddetmedeki üslubunda bulunan sertlik ve yumuşaklığı terk etmesi
* Bu mezhebin, diğer mezheplerde olduğu gibi kazanç sağlama, makam edinme veya dünya mansıplarına ulaşma mezhebi olmaması, zahirilerin imamlık, fetva ve kadılık makamlarına getirilmemeleri. Zahiri mezhebi, üçüncü ve dördüncü asır ile beşinci asrın başlarında Hanbeli mezhebinden daha meşhur idi.
* İbn Hazm’ın felsefe ve kelam ile uğraşmış olması, kendisini sıfatlar ile ilgili meselelerde haktan saptırmıştır. Onu zemmeden de bu yüzden zemmeder.
İbn Hazm’ın “Zahirî” değil de, koyu bir Cehmî olduğunun iddia edilmesine gelince: Bu sözü İbn Abdilhadi söylemiş ve aşırı gitmiştir. Kendisi ilimde köklü kimselerden değildir. Genç yaşta vefat etmiştir. Allah ona rahmet etsin. İbn Hazm isimleri ispat eder, Kur’ân’ın mahluk olduğunu söylemez, Allah’ın arşa istiva ettiğini söyler, Cebriye ve Mürcie akidelerini kabul etmez, Kaderi inkar etmez, Cennet’in son bulacağını söylemez. Cehm b. Safvan’ın tek kaldığı hiçbir görüşünde ona uymamıştır. Ancak ispat etmesinden sonra bazı sıfat meselelerinde ayağı kaymış, bu konularda Mutezile’nin Cehmiyye ile ittifak ettiği bazı görüşlere uyum göstermiştir. İmam İbn Hazm rahimehullah, Ehl-i Hadis mezhebinin muvafakat ettiği sınırın dışına çıkmıştır. İbn Hazm’ı Cehmi’likle niteleyen kimse de mazur görülür. Çünkü alimler arasında Allah’ın sıfatlarını inkar edeni Cehmi’likle nitelemek meşhurdur.
İbn Hazm’ın nasları yorumlamadan, harfi harfine zahirine tutunması eleştirilmiştir.
* Aslında “Zahirilik” hakkında konuşanların çoğu, Zahiriyyenin istidlal metotlarını iyice incelemedikleri için bu menheci bilmemektedirler. Bazen İbn Hazm’ın zahire göre uyum gösterdiği cüz’î birkaç meseleye göre onun hakkında hüküm veriyorlar. Zahiriyyenin menheci hakkında hükümde bulunanların çoğu sadece İbn Hazm’dan işitilen meselelere göre hüküm vermektedir. İnsaflı hareket eden çok azdır.
Yine İbn Hazm’a nispet edilen bazı meseleler daha var ki, bunları İbn Hazm söylememiştir. Bazı ilim talebeleri, İbn Hazm rahimehullah’ın:
“Safa ile Merve arasındaki say’in on dört şavt olduğunu” söylediğini, İbn Kayyım’dan naklederler. Hakikatte ise İbn Kayyım bunu İbn Hazm’dan nakletmemiştir. Bilakis İbn Hazm’ın hac meseleleri ile ilgili başka bir sözünü nakletmiş, sonra şöyle demiştir:
“Bu hata, “Safa ile Merve arasında sa’y’in on dört şavt olduğunu” söyleyen kimsenin hatasına benzemektedir.” Yoksa İbn Hazm, böyle söyleyen kimseyi naslarla reddetmekte ve şöyle demektedir:
“Şayet bu on dört şavt olsaydı, sa’y, Merve’de değil, Safa’da biterdi.”
Bundan daha acısı, bazı kıt anlayışlı kimselerin: “İbn Hazm’a göre kişinin babasına deynekle vurması caizdir, ancak “öf” demesi caiz değildir” demeleridir. Halbuki İbn Hazm’ın eserlerinde böyle bir şey yoktur.
İlim iddia edenlerden birine bir mesele sorulur, o da: “Cevap Aişe radıyallahu anha hadisindedir” der. Bununla kastettiği şey:
“Bâtını (iç yüzü) olmaksızın zahirini almakla yetinme! Nasta muhtemel bulunan bütün anlamları al” demektir. Yani maksada delalet eden bütün delil yollarını al demektir. Bu da; lafzın dolaylı olarak, mutabık olarak ve lüzum olarak delalet ettiği anlamlar, siyakın (söz akışının) delaleti, rabıta ve karinelerin delaleti ve nasların diğer delalet ettiği manalardır.
Bir kere, nassı harfiyyen almayı akıl sahipleri kınamaz. Nitekim Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın:
“Onlar için yetmiş defa bağışlanma dilesen dahi Allah onları bağışlamaz” ayeti inince,
“Bunu yetmişten fazla yapacağım” buyurmuştur. Yine sahabelerin naslara harfiyyen tutunduklarını görürüz. Bunun örneklerinden birisi
“Beni Kurayza yurduna varmadan ikindi namazını kılmayın” hadisinde gelmiştir.
Zahiri almak, İslam’ın başlangıcından beri mevcuttur. Davud ez-Zahiri bunun sadece usulunü ortaya koymuştur. Sonra İbn Hazm gelmiş ve bu usulü geliştirmiştir. Ehl-i Hadisin geneli bu menhec üzerinde olmuşlar, mecbur kalmadıkça kıyasa başvurmamışlardır. Alimin naslar hususundaki hakimiyeti ne kadar az olursa, onun yanında o kadar fazla kıyas bulunur. Şüphesiz İbn Hazm’ın ilimde hakimiyeti fazla olduğundan asla bağlı kalarak, kıyastan en uzak kalan kimselerden biri olmakla meşhur olmuştur. Bir topluluk onu beğenirken, bir topluluk öfkelenmiştir.
Şevkani, el-Elbani, Şeyh Mukbil, Sıddık Hasen Han el-Kannuci, Muslim, Buhari, el-Esfehani, İbn Akil, Ebu Hayyan ve başkaları gibi, belli bir mezhebe veya görüşe bağlanmadan araştırma yaparak nasların zahirini alana “zahirî” diyorlar. İbn Teymiyye ve İbn Kayyım gibi alimlerin asrında ise bu menhece uyanlara “Hanbelîler” deniyordu. Onlara, fıkıh mezhebi olarak Hanbeli mezhebine uydukları için değil, isim ve sıfatların ispat edilmesinde Eşari’lerin sapmalarına muhalefet ederek, İmam Ahmed’in temsil ettiği selefin menhecini korudukları için “Hanbeli” deniyordu. Yani Ehl-i Sünnet menheci, farklı tarih safhalarında; ehl-i hadis, ehl-i eser, hanbelîlik, zahirilik, selefilik gibi isimlerle anılmıştır. Bu isimlerin sebebi, sahabe asrında mevcut olan menhece muhalefet ettikleri halde kendilerini “Ehl-i sünnet” diye isimlendiren bid’at ehlinden hakiki sünnet ehlinin ayırt edilmesidir.
Hatta Ebu Osman es-Sabuni, Akidetu’s-Selefi Ashabi’l-Hadis kitabında, Ehl-i Sünnet-i Hâssa olan hadis ehline, muhaliflerinin “Zahiri” dediklerini zikreder. Akide konusunda eser te’lif eden önceki alimlerden, aynı durumu dile getiren daha başka kimseler de vardır. Nasları muhtemel manalara yorumlamayana “Zahirî” demişlerdir. Buna göre isimleri sayılan bu alimler ve daha başkaları ve Ehli Beyt imamlarının çoğunluğu “Zahiri”dir. Bu asırda müslümanlar taklidi terk etmeye yönelmişlerdir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den başka hatadan korunmuş kimse yoktur. O’ndan başkasına taassub söz konusu olamaz. Bazen bu hakikatten insanları uzaklaştırmak için “Zahirilik Ehl-i sünnet dışı bir mezheptir” şeklinde sözler edilmektedir. Şüphesiz bu menhec hakkında bu iddiayı yapanlar ancak kör taassup ehli kimselerdir.
İnsanlar, beşeri kanunlara uyar gibi, belli bir mezhebe bağlanmanın, fırka ve cemaat taassubunun caiz olmadığını anlamaya başlamışlardır. Çünkü bu, insanların kalplerinin birliğini bozmaktadır. Nitekim Mescidu’l- Haram’da Malikiler, Hanefiler, Hanbeliler ve Şafiiler olarak her mezhep için birer tane olmak üzere dört mihrap vardı, her bir mezhep mensubu, diğer mezhep mensubunun ardında namaz kılmazdı. Hatta Camiu’l-Emevi’de şu ana kadar bu şekilde devam etmiştir. Böyle bir durumda bir Zahirî’ye göre; imamın Maliki, Şafii, Hanefi, Hanbeli, Zeydi, Hadevî veya İbazî olması yahut salih ya da günahkar olması fark etmez. Zahirî, herbirinin de arkasında namaz kılar. Haktan başkasına taasup gösterilmez.
Zahirilerle diğer dört mezhep arasındaki ihtilaflar kıyas etrafında döner. Nitekim bu mezhepler kendi aralarında da ihtilaf etmektedirler. Zahir ehlinin başkalarına muhalefet ettikleri meseleler genelde zahirilerin umum ile delil getirdiği hususlarda, başkalarının kıyas ile delil getirmeleridir. Halbuki çoğunlukla ihtilaf lafzî olup, hükümde ittifak etmektedirler. İbn Hazm’ın dört imama muhalefet ettiği meseleleri araştıran bir araştırmacı bunun iki yüz yirmi meseleyi bulduğunu görmüştür.
Zahirîlerin şiddet, sertlik ve kabalıkla nitelenmelerine gelince, onlar aslen kaba tabiatli kimseler değil, bilakis ince ruhlu kimselerdir. Lakin hakkı savunma konusunda en kuvvetli, en şiddetli kimselerdir. Naslara muhalefet edenlere ve delilsiz olarak te’vil edenlere öfkelenirler. İbn Hazm rahimehullah bu konuda fazlasıyla nasibini almıştır. Yine İbn Teymiyye rahimehullah da muhalifini reddetmedeki sertliğiyle bilinir.
Akli muhakemesinde bozukluk olan bazı kimseler İbn Hazm’ın bazı fetvalarının “hem ağlatan, hem güldüren fetvalar” olduğunu öne sürerek Ehl-i Hadisin de metodu olan Zahiriyye menheci hakkında karalama yapmaya çalışmaktadırlar. Nitekim bazı cahiller, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in:
“Yetmişten fazla bağışlanma dileyeceğim” sözünde olduğu gibi naslara harfiyyen uymayı komik bulmaktadırlar!
Diğer taraftan diğer dört mezhepte de, İbn Hazm’ın fetvalarını komik bulanların yadırgayacakları, garip fetvalar bulunmaktadır. Bu mezheplerden kimisi domuz dışındaki bütün hayvanların yenebileceğini söylemiş, kimisi, kişinin zinadan olan çocuğuyla evlenebileceğini söylemiş, bazısı ezan, ikamet, tavaf ve abdestin yarıya indirilebileceğini söylemiş, kimisi hamrın (ayette yasaklanan içkinin) yalnızca üzüm ve hurmadan yapılan içkiler olduğunu söylemiştir. Bazısı namazda imamlığa layık olanların sıralamasında en iyi okuyan, sonra sünneti en iyi bilen, sonra yaşca en büyük olan diye sıraladıktan sonra, bu hususlarda eşit oldukları takdirde en güzel yüzlü olan, bunda eşitseler, karısı en güzel olan diye devam etmişler, hatta burada da durmayıp, yazmaya haya ettiğimiz şartlar öne sürmüşlerdir.
Bu türden örnekler sayılamayacak kadar çoktur. Buna rağmen biz bu görüşleri dile getiren imamları ve alimleri “şaz kalan”, “yalnız kendilerinden menkul görüşleri bulunan” kimseler olarak değerlendirmeyiz. Fakat mezhep mutaassıpları, İbn Hazm’ın adı geçince hemen benzeri diğer imamlarda da görülen cüz’i bir takım örnekler öne sürerek “şaz bir şahıs” olduğunu iddia ediyorlar!
Bir diğer iddia; “Zahiriler, hadis ehli, yahut selefiler, içtihat edilmesi gerektiğini söylüyor, mezhebe bağlanmayı kabul etmiyorlar, fakat kendileri hakikatte İbn Hazm’ın, Ahmed b. Hanbel’in veya İbn Teymiyye’nin hadisler hakkındaki içtihatlarının dışına çıkmıyorlar” denilmesidir.
Bu doğru değildir. İbn Hazm’ı, Ahmed b. Hanbel’i, İbn Teymiyye’yi veya bir başkasını taklid ettiği halde kendisinin zahir ehlinden olduğunu veya hadis ehlinden olduğunu, ya da selefî olduğunu söyleyen kimse, dinin zahirine nispet edilen bir zahiri değildir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadislerine nispet edilen bir hadis ehli değildir.
Yine o, bu ümmetin selefine nispet edilen bir selefî değildir. Çünkü selefin asrında belli bir şahıs ya da mezhebi taklid etmek yoktu. O ancak Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem dışındaki bir şahsa ya da gruba nispet edilen biridir. Hatta zahirînin, ehl-i hadisin ve selefînin ayırıcı alameti, hadisler hakkındaki hükümde veya fıkhi bir meselede, naslara muhatap olma hususunda bağımsız olup, taklid etmemesi, bilakis içtihat etmesi yahut buna gücü yetmiyorsa, alimin görüşüne değil de, deliline tâbi olmasıdır.
187 Bedru’t-Tali (2/290)
Delilsiz Amel Eden Taklitçiler, Yahudilere Benzeşir
Ebu Hureyre radıyallahu anh’den: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Şayet Yahudi alimlerden on tanesi bana iman etseydi yeryüzündeki bütün Yahudiler bana iman ederlerdi.”188
Bu hadis, alimleri delilsiz taklit ve taassup ile bağlanmanın Yahudilerin bir özelliği olduğunu göstermektedir.
“Rabbinden apaçık bir delil üzerinde olan kimse, kötü ameli kendisi için süslenilen ve heveslerine uyan kimse gibi olur mu?” (Muhammed 14)
“Oysa Allah'tan bir hidayet olmaksızın kendi bâtıl hevesine uyan kimseden daha sapık kim vardır? Allah, zâlim olan kimselere asla hidayet etmez.” (Kasas 50)
“Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin.” (Bakara 111)
Huzeyfe radıyallahu anh’den: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İnsanlar iyilik yaparsa biz de yaparız, zulmederlerse biz de zulmederiz” diyen uydu/taklitçi kimseler olmayın! Lakin kendinize hakim olun, insanlar iyilik yaparsa siz de iyilik yapın, onlar kötülük yaparlarsa siz zulmetmeyin.”189
İbn Mes’ud radıyallahu anh şöyle demiştir: “Kişi kendisini, yeryüzündekilerin tamamı küfre girse bile küfre girmeyecek şekilde şartlandırsın. Sizden biriniz uydu/taklitçi olmasın.”
“Uydu nedir diye sorulunca şöyle dedi:
“Ben insanlarla beraberim diyen kimsedir. Şüphesiz kötülük örnek alınamaz.”190
İbn Mes’ûd radıyallahu anh dedi ki: ‘Sizden biriniz dininde bir kimseyi taklit etmesin! Zira o iman etmişse iman etmiş, küfretmişse küfretmiş olur. İlle de birine uyacaksanız ölmüş olan sahâbelere uyunuz. Zira hayatta olanın fitneye düşmesinden emin olunamaz.’191
Mu’âz b. Cebel radıyallahu anh de dedi ki: ‘Şu üç şeyden sakının! Âlimin sürçmesi, münafığın Kur’ân ile (Kur’ân’ı alet ederek) mücadelesi ve boyunlarınızı koparan dünya. Âlimin sürçmesine gelince; hidâyet üzere olsa bile onu dininizde taklit etmeyin! Lakin ondan ümidinizi de kesmeyin. Münafığın Kur’ân ile mücadelesine gelince, şüphesiz Kur’ân, yolu aydınlatan bir fener gibidir. Bildiğinizi alın, bilmediğinizi alimine havale edin. Boyunlarınızı koparan dünyaya gelince, Allah kimin kalbini zengin kılmışsa işte gerçek zengin odur!’192
İbn ‘Abbâs radıyallahu anhuma da şöyle demiştir: “‘Hataları olan alime tabi olana yazıklar olsun.’ Oradakiler:
“Bu nasıl olur?’ deyince o şöyle cevap verdi:
“Bir alim kendi görüşüne göre bir şey söyler. Sonra Rasûlüllâh sallallahu aleyhi ve sellem‘den gelen ilim ona ulaşınca, hatalı olan görüşünden döner. Fakat kişi hala bu âlimin hatalı görüşünü taklit etmeye devam eder. İşte böyle kimselere yazıklar olsun.’”193
Mu’âz b. Cebel radıyallahu anh’den: Rasûlüllâh sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
‘Şüphesiz sizler aranızda iki sarhoşluk ortaya çıkmadığı sürece Rabbinizin açık delili üzere olacaksınız; Cehalet sarhoşluğu ve yaşama sevgisi sarhoşluğu! Sizler iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklarsınız. Allah yolunda da cihad edersiniz. Aranızda dünya sevgisi ortaya çıkarsa ne iyiliği emredip kötülükten yasaklarsınız ve ne de Allah yolunda cihad edersiniz! İşte o gün Kitap ve Sünnet ile konuşanlar, Ensâr ve Muhacirlerden öne geçenler gibidirler!’194
İbn Abbâs radıyallahu anhuma insanlara hacda temettû yapmalarını emredince, birisi itiraz ederek şöyle dedi:
“Ebû Bekr ve Ömer (radıyallahu anhuma) temettu haccından yasaklıyorlardı.” Bunun üzerine İbn Abbas radıyallahu anhuma:
“Görüyorum ki, helak olacaklar. Ben Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem dedi diyorum, o ise Ebû Bekir ve Ömer yasakladı diyor!”195
İbn Ömer radıyallahu anhuma insanlara temettû haccını emrederdi. Bazı insanlar Ömer radıyallahu anh’ın uygulamasını öne sürerek itirazı çoğaltınca İbn Ömer radıyallahu anhuma onlara şöyle dedi:
“Allah’ın kitabı mı uyulmaya daha layık yoksa Ömer mi?”196
Sâlim b. Abdillah b. Ömer diyor ki: “Mescidde İbn Ömer radıyallahu anhuma ile otururken Şamlılardan bir adam geldi ve ona hac zamanına kadar umreden faydalanmayı sordu? İbn Ömer radıyallahu anhuma dedi ki:
“Bu güzel bir şeydir.” Adam dedi ki:
“Ancak baban bunu yasaklıyordu.” Adama şöyle dedi:
“Yazıklar olsun sana! Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bunu yapmışken babam bunu yasaklasa, sen kimin Rasûlüllâh sallallahu aleyhi ve sellem’in emrine mi, babamın yasağına mı uyarsın?” Dedi ki:
“Rasûlüllâh sallallahu aleyhi ve sellem’in emrine uyarım.” İbn Ömer radıyallahu anhuma, adama dedi ki:
“Haydi kalk, git.”197
İbn Abbâs radıyallahu anhuma parmakların diyeti hakkında: “Parmakların diyeti onar onardır” dedi. Mervân b. El-Hakem ona birini göndererek:
“Parmaklar hakkında onar onar diyete mi fetva veriyorsun? Hâlbuki sana Ömer radıyallahu anh’ın parmakların diyeti hakkında senin sözünün aksine fetvası ulaşmıştır” dedi. Bunun üzerine İbn Abbas radıyallahu anhuma şöyle dedi:
“Allah Ömer’e rahmet etsin. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sözü, Ömer radıyallahu anh’ın sözünden uyulmaya daha layıktır.”198
Ebû Seleme, Ebû Hureyre radıyallahu anh’den, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu nakletti:
“Peynir artığı olsa bile, ateşin dokunduğu şeylerden dolayı abdest almak gerekir.” İbn Abbas radıyallahu anhuma ona:
“Ey Ebû Hureyre! Yağdan dolayı ve ısıtılmış sudan dolayı abdest mi alalım?” dedi. Ebû Hureyre radıyallahu anh şöyle dedi:
“Ey kardeşimin oğlu! Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den bir hadis işittiğin zaman ona misal getirme!”199
Şeyh Mukbil b. Hâdî el-Vadiî rahimehullah şöyle demiştir: “Malik, Şafii, Ahmed gibi imamlar – Allah onlardan razı olsun – taklidi caiz görmemişlerdir... Onları taklid etmeyiz. Zira taklid haramdır. Müslümanın, Allah’ın dininde taklid etmesi caiz değildir. Avam dahi olsa, Allah’ın kitabından ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinden sormalıdır. Avam da Allah Teâlâ’nın: şu ayetlerinin kapsamındadır:
“Rabbinizden size indirilen bu Kitaba uyun; O'nun dışındakileri dostlar edinip de onlara uymayın. Zaten ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.” (A’raf 3)
“Peygamber size neyi verirse, onu alın; neden sizi nehyederse, ondan da sakının” (Haşr 7)
“O’nun emrine muhalefet edenler, başlarına bir belânın gelmesinden yahut acı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.” (Nur 63) Avam bu delillerin kapsamı içerisinde mi yoksa değil mi? Öyleyse neden:
“Avam taklid eder” diyorsunuz? Avam da Allah Teâlâ’nın şu ayetinin kapsamındadır:
“Allah ve Rasülü bir şeye hükmettikleri zaman, mü'min erkek ve mümin kadının kendi işlerinde artık başka bir şeyi seçmeye hakları yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab 36)
Avamın öğrenmesi gerekir. Âlime gider ve: “Bu meselede Allah’ın hükmü nedir?” diye fetva sorar. Sonra ona delil zikredilir. Delili anlarsa anlar, anlamazsa ona:
“Bu meselede Allah’ın hükmü budur” denilmiş olur. Allah’a hamd olsun avamdan birçok kimse görüyoruz; kimisi işçi, kimisi hamallık yapıyor, kimisi çiftçi, türlü zorluklar altında çalışan kimseler oldukları halde delil soruyorlar. Onlar, tahrif eden kimseleri aciz bırakıyorlar! Bazen bir çiftçi bir bidatçinin önüne durarak:
“Bu meselede delilin ne?” diyor. Bidatçi ne diyebilir? Bunun üzerine o kimse de: “Biz ancak delile tabi oluruz. Bizi delilden başkasıyla aciz bırakamazsın” der. Ben her Müslümana delili talep etmelerini nasihat ederim.
Size soruyorum ey Allah için kardeşlerim! Avam mı daha çok, yoksa ilim ehli mi? Elbette avam çok. Neden çoğunluğun kalabalığını artıralım da onları Komünistlerin, Baasçıların, Hristiyanların ve İslam düşmanlarının kucağına bırakalım? Neden onları Allah’ın kitabıyla ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetiyle bağlantıya geçirmeyelim? Neden onlara Allah’ın kendilerine farz kıldığı ilim talebini öğretmeyelim? Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“İlim talebi her Müslümana farzdır” buyuruyor. “İlim talebi avam dışında her Müslümana farzdır” demiyor! Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“Allah kimin hayrını murad ederse, onu dinde fakih (anlayış sahibi) kılar” buyuruyor. Avam dışındakilerin hayrını dilerse demiyor!
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetini her bağıranın peşine giden, otlayan hayvanlar gibi mi bırakalım? Bilakis onların aralarında onların Allah’a kitabıyla ibadet edeceklerini ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetiyle ibadet edeceklerini açıklamalıyız ki, bundan sorumlu olduklarının farkına varsınlar! Mevlid merasimi düzenleyenlerden, Allah’tan başkasına dua edenlerden, ölülerin türbelerini mesh edenlerden, boncukçu ve muskacılardan delilleri talep etsinler!
Ey toplumda Allah’a davet eden kişi! Ne oluyor? Nebî sallallahu aleyhi ve sellemin hutbesine avam, âlim, cahil herkes katılıyordu. Meclislerinin çoğunda:
“Allah benim sözümü işitip kavrayan, sonra işittiği gibi nakleden kimseye rahmet etsin” diyordu.
Yine birçok meclisinde: “Burada bulunan, burada olmayana tebliğ etsin. Nice fıkıh taşıyan kimse vardır ki, fakih değildir” buyuruyor, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, tebliğ etmeye teşvik ediyordu.
İşte bu Müslümanın ve Allah’a davet edenin durumudur! Bu, davetini, sınıflardan bir sınıfa tahsis etmemektir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem hakkında Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur:
“De ki Ey insanlar! Ben, sizin hepinize birden Allah'ın rasulüyüm” (A’raf 158) O, Allah’ın bütün mükelleflere gönderilmiş rasulüdür! Bazı davetlerde, taklid ve sapıklık davetçilerinin durumunda olduğu gibi sadece falan ve filana özel değildir! Şüphesiz sapıklık davetçilerinin çoğu geride kör topluluklar bırakmayı önemsiyorlar. Bu yüzden adalet adı altında komünizme davet edildiğinde, bu insanlar da icabet ediveriyorlar! Hürriyet/özgürlük adı altında açılıp saçılmaya davet ediyorlar, onlar da icabet ediyorlar, iktisad/ekonomi adı altında faizli bankalara davet ediyorlar, onlar da icabet ediyorlar! Herhangi bir isim altında fesada davet edildiklerinde icabet ediyorlar!
Avam hakkında Allah’tan korkmamız ve onların Allah’ın kitabı ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinden sorumlu olduklarını hissettirmemiz gerekir...”200
188 Sahih. Buhârî (3725) Ahmed (2/346, 416)
189 Hasen. Tirmizî (2007) Bezzar (7/229)
190 Hasen mevkuf. İbn Batta el-İbane (29) Ebu Nuaym Hilye (1/136-137) İbn Hazm el-İhkam (6/293)
191 Sahih mevkuf. Taberânî, (9/152) Beyhakî, (10/116); Lalekâ’î, İtikâdu Ehli’s- Sunne, (1/93); İbn Hazm, el-İhkâm, (6/255); Ebû Nu’aym, Hilye, (1/136) İbnu’l- Cevzî, Safvetu’s-Safve, (1/421) Heysemî, Mecma’u’z-Zevâ’id, (1/180).
192 Sahih mevkuf. Lâlekâ’î, İ‘tikâdu Ehli’s-Sunne, (1/116-117); Taberanî, el- Evsat, (8/307); Darekutnî, ‘İlel, (6/81); İbn Hazm, el-İhkâm, (6/236); Ebû Nu’aym, Hilye, (5/97); İbn Asâkir, (58/438) ve Heysemî, Mecma’u’z-Zevâ’id, (1/186).
193 Sahih mevkuf. İbn ‘Abdilberr, Camî’u’l-Beyâni’l-’İlm, (12019); İbn Hazm, el- İhkâm, (6/824); İbn Kayyım, ‘İlâmu’l-Muvakkî’in, (2/296, 4/54); Elbânî; el-Hadîsu Huccetun bi Nefsihi fi’l-Akâ’id ve’l-Ahkâm, (sy. 78).
194 Hasen. Bezzâr, (7/80); Hâkim et-Tirmizî, Nevadiru’l-Usûl (2/330); Deylemî (4293) Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl, (3/221). İbn Vaddah’ın el-Bid’a ve’n-Nehyu Anha kitabında şahitleri vardır.
195 Sahih mevkuf. Ahmed (1/337) Ziyâu’l-Makdisî, el-Muhtâre (10/331) İbn Abdilberr Câmiu Beyâni’l-İlm (2/196) Hatîb el-Fakîh ve’l-Mutefekkih (373) İbn Hazm Haccetu’l-Vedâ’ (369).
196 Sahih mevkuf. Beyhakî (5/21); İbn Abdilberr, el-İstizkâr (4/61); et-Temhid (8/210); İbn Hazm, el-İhkâm (2/147).
197 Sahih mevkuf. Tahâvî, Şerhu Me‘âni’l-Ãsâr, (1/372); Ebû Ya‘lâ (3/1317) Ahmed (no: 5700) benzerini rivayet etmiştir. Tirmizî (2/82)
198 Sahih mevkuf. Beyhakî, (8/93). el-Elbânî, İrvâu’l-Galil (2271).
199 Sahih. Tirmizî (1/114); İbn Mâce (1/163); el-Elbânî sahih demiştir. Ateşte pişen şeylerden dolayı abdest alma emrinin neshedildiği ve bu emrin mustehap olarak kaldığı fıkıhta bilinen bir husustur. Bu eseri zikretmedeki gaye, sahabenin sünnete şahsi görüş veya kıyas gibi gerekçelerle itiraz edilmesi hususundaki hassasiyetlerine dikkat çekmektir.
200 Mukbil b. Hâdî el-Vadiî, el-Mukterah (s.189-192)
Şahıslara Bağlanıp Mezhep Taklid Etmek Caiz Değildir
Allâme Muhyiddîn er-Rûmî, Risâle adlı kitabında şöyle demiştir: “Hiç kimse için dört mezhepten birisine bağlı kalmak gerekli değildir.” Bilakis faziletli sahabe ve tabiîn asırlarında olduğu gibi, herkes her konuda istediği, beğendiği her müftüye “Allah'ın hükmü nedir?” diye sorabilir. Cumhurun kabul ettiği görüş budur.
İmâm İbnu'l-Humâm bu görüşü İmâm Nevevî’den ve el-Ikdu’l-Ferid müellifinden naklederek desteklemiş ve şöyle demiştir: “Kur'ân ve sünnete baktığımızda hiç kimsenin dört mezhepten birisine bağlı kalmasının gerekmediğini görürüz. Bilakis kasıtlı olarak ruhsatları araştırmaksızın, kişi istediği müctehide veya karşılaştığı bir müftüye fetvâ sorup, ona uyabilir. Sanırım buna cevaz vermeyenlerin tavrı, insanların kasıtlı bir şekilde ruhsatları araştırmaları endişesinden kaynaklanıyor.
Bazı âlimler “Avâmdan bir kimse, belli bir mezhebe bağlı kalmalı mı- dır, yoksa istediği kişiden fetvâ alır ve ona uyar mı?” şeklinde sorarak meseleyi ele almışlardır. Meselâ Allâme İbn Hacer Tuhfe kitabında Herevî'nin şöyle dediğini nakletmiştir: “Bize göre avâmın herhangi bir mezhebe bağlı kalması gerekmez. Kalâid kitabında da şöyle denilmiştir: “Belli bir mezhebe bağlı kalmak gerekmez ve mezhebimize göre avâm insanların mezhepleri yoktur.”
İkâz kitabında ise şöyle denmiştir: “Doğrusu herhangi bir mezhebe bağlı kalmak farz değildir. Çünkü farz, ancak Allah ve Rasulünün farz kıldığıdır. Oysa Allah ve Resulü hiç kimseye herhangi bir insanın mezhebini alıp ancak ona uymasını farz kılmış değildir. Şüphesiz selefin yaşadığı faziletli asırlar gelip geçti, böyle bir şeye asla rastlanmadı. Doğrusu, her ne kadar avam kendisini bir mezhebe nispet etse de, avâmın mezhebi olmaz. Çünkü ancak hükümleri delillerinden alabilen, usûl sahibi olan veya belli bir mezhebin fıkıh kitaplarını okuyup, mezhep imâmının fetvâlarını bilen birinin mezhebi olur. Böyle olmayan, meselâ İmâm Mâlik'e uyduğunu sanan kimse sadece sözle “Ben Mâlikîyim” demesiyle Mâlikî olmaz. Bu, nahiv ilminin ne olduğunu bilmediği halde, “Ben nahivciyim” diyen kimsenin iddiası gibi, faydasız bir söz ve ancak yalan bir iddiadır.
Avâmın belli bir mezhebe nispet edilmesinin doğruluğu asla düşünülmez. Nispet edilmesini kabul etsek bile, ona, ya da başka bir kimseye, herhangi bir âlimin görüşlerini alıp sadece ona uyması ve başka âlimlerin sözlerini reddetmesi gerekmez. Şüphesiz bu, İslâm ümmetinde yeni oluşan çirkin bir bid'atır. İslâm ümmetinin âlimlerinden asla bunu kabul eden olmamıştır. Zira onlar insanlara böyle bir şeyi gerekli kılmaktan beridirler.
Bu bid'atın daha çirkini âlimlerden sadece birisine uymak gerektiği bid'atıdır. Daha da çirkini sadece dört mezhepten birisine uymanın gerektiği bid'atıdır. Bu ne saçma bir şeydir! Sahabe tabiîn ve tebe-i tabiîn ve İslâm ümmetinin diğer âlimlerinin mezhepleri yok olup bitti; imamlar ve fakihler arasında sadece dört kişinin mezhepleri mi kaldı? Hiçbir imâm bunu söylememiştir ve kimse savunmamıştır. Bunu ifâde eden tek bir kelime bile dile getirilmiş değildir. Allah sahabe ve tabiîne neyi farz kılmışsa, onlardan sonrakilere de aynısını farz kılmıştır ve kıyâmet gününe kadar Allah'ın hükümleri, keyfiyet açısından farklı olsa da mâhiyet itibarıyla asla değişmeyecektir.
Ancak avâmdan olanların herhangi bir mezhebe bağlı kalmasını doğru bulanlar şöyle diyorlar: “Avâm, mensup olduğu mezhebin ancak hak olduğu inancındadır. Bu yüzden inancı gereğince o mezhebe bağlanmalıdır.” Şüphesiz bu açık bir hatadır. Çünkü şayet böyle olsaydı, o zaman mensup olduğu mezhepten olmayan herhangi bir âlimden fetvâ istemesi ve daha râcih olsa bile başka bir mezhebe uyması haram olur ve hatta Rasulullah'ın, imâmının mezhebine muhâlif olan bir hadîsini veya sahabe ve dört halifenin sözünü gördüğünde hadîs ve sahabe sözünü bıra- kıp mensup olduğu İmâmın mezhebine uyması lâzım gelirdi.
Oysa bu asla kabul edilir bir şey değildir. Bunun da doğru olmadığının ortaya çıkması ile “Avâm istediği kişiden fetva alır. Dört mezhebe tabi olanlara ve başka diğer âlimlere de uyabilir” görüşünün doğru olduğu ortaya çıkmaktadır ve ümmetin icmâsıyla avâma da, müftüye de dört mezhepten birisine bağlanmaları farz değildir.
Taklide gelince, o hiçbir delile dayanmadan başkasının sözünü kabul etmektir. Mukallid katî bir delile dayanmadan uyduğu kişinin sözlerinin doğruluğunu nereden bilsin? Ayrıca avâmın bağlı kalarak sadece bir mezhebe uyması zaten sonradan oluşan bir bid'attir. Çünkü örnek aldığımız sahabeler gelip geçtiler.
Zamanlarında uyulan ve okunan mezhep sahibi herhangi bir kimseyi göremiyoruz. Karşılaştıkları yeni bir hâdise olduğu zamanlarda ancak ve ancak Kur'ân ve sünnete ya da şer'î bir nassın bulunmadığı zaman görüşe müracaat ederlerdi. Tabiîn de aynı şekilde Kur'ân ve sünnete müracaât ederdi. Kur'ân ve sünnette cevap bulamadıkları zaman sahabe icmâına müracaât ederdi, icmâ da olamayınca ictihâd ederlerdi ve bir kısmı sahabe sözünü ictihâddan daha güçlü bularak sahabe sözünü alırdı.
Tabiînden sonra h. 179'da vefât eden İmâm Mâlik, h. 150'de vefât eden Ebû Hanîfe, h. 150'de dünyaya gelen İmâm Şâfiî ve h. 164'de dünyaya gelen İmâm Ahmed b. Hanbel'in bulundukları üçüncü asır geldi. Hakezâ onlar da aynı seleflerinin çizgisinde yürüdüler. Zamanlarında uyulan ve okunan herhangi bir kişiye mensup bir mezhep yoktu.
Bu imâmların taraftarları ve talebeleri de bu çizgiden kaymadılar. İmâm Mâlik'in taraftarlarından kendisine çok meselede muhalefet eden nice talebelerinin olması bunu doğrulayan bir delildir. Çünkü onlar da ictihâd etme gücüne sahip idiler ve ictihâd malzemelerini toplamışlardı.
İşte Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bu ilk üç asırda yaşayanları överek şöyle buyurmuştur: “Nesillerin en hayırlısı benim çağdaşlarım, sonra onları takip edenler, daha sonra ardından gelenlerdir.” Ayrıca taklidçilerin şaşırtıcı yönleri, taklid etmeyi meşru göstermek için selefin de taklid ettiği ve mezhep edindiği iddiaları olmuştur.
Şayet taklidçilerden birisine “İmâm Mâlik hangi mezhebe uyardı?” diye sorarsan sana cevap veremez. İsâ b. Dinâr, İmâm Mâlik'in mezhebini Endülüs'te yaymadan önce Endülüslüler İmâm Evzâî ve Mekhûl'ün mezhebine uyarlardı. Bu târihî gerçek göz önünde olduğu halde dört mezhepten hariç başka mezhebin olmadığı iddiasında nasıl bulunuyorlar?
Ancak taklitçiler bu gerçeklere karşı cevapsız kaldıklarında ve aklen kabul edip nefsen reddettiklerinde şöyle derler: “Biz fetvâ ve hükümlerin kaynağının ancak Kur'ân, sünnet ve icmâ olduğunu inkâr etmiyoruz. Yalnız bu kaynaklara dayalı hüküm çıkartma ve ictihâd etme yükünün altından kim çıkar?”
Onlara cevaben deriz ki: “Biz bunun altından çıkarız ve bu kaynaklara dayanarak biz hüküm çıkartırız. Kuşkusuz İmâm Mâlik'in zamanında var olan her ilmin günümüzde de kapısı açıktır. Öğrenip kullanmak isteyene hiçbir engel yoktur ve ictihâd etmek isteyenin her ilimde uzman olması şartı da yoktur. Çünkü biz biliyoruz ki sahabeler ilimde farklı seviyelerde idiler. Halifenin sıradan herhangi bir Müslümana fetvâ sorduğu ve onun görüşü ile hüküm verdiği defalarca tekrarlanmıştır. Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinden üstün bir bilen bulunur” (Yusuf 76)
El-Fullânî, İkâz kitabında bu konunun önemli bir noktasına değinerek şöyle demiştir: “Ağızlarda dolaşan uygulamada hadîsle değil, fıkıhla amel edilir sözü bir saçmalıktır. Çünkü fıkhın dayanağı, bilindiği gibi Kur'ân ve sünnettir. İcmâ ve kıyâsın dayanağı da Kur'ân ve sünnettir. Fıkıhla amel etmek hadîsle amel etmenin aynısı olduğuna göre uygulamada hadîsle değil fıkıhla amel edilmesinin ne mânâsı vardır? Ayrıca fıkıh re’y değil, ilmin kendisidir. Ağızlarda dolaşan bu söz haşarat gibi olan avâma mahsustur... Bu söz asla Müslümana yakışan bir söz değildir.
Bazıları bu sınırı da aşarak, hadîsle amel etmenin haram olduğunu iddia ederek şöyle saçmalamışlardır: “Hadîsle amel etmek caiz değildir, hatta tahrimen mekruhtur ve onunla amel edenin akıbetinin kötü olmasından korkulur. Bir mesele hakkında yüz sahîh hadîs olsa bile mukallid uyduğu müctehid o hadîslerle amel etmediği müddetçe amel etmez...” Kuşkusuz bu dînden irtidâd değilse, ona yakın bir şeydir...
Allâme Molla Aliyyü'l-Kârî, namazda işâret parmağı ile işâret etmekle ilgili risalesinde şöyle demiştir: “Keydânî saçmalayarak şöyle demiştir: “Ehl-i hadîs gibi işâret parmağıyla işâret etmek haramdır.” Kuşkusuz bu usûl kaidelerini ve furû’un konumunu bilmemekten kaynaklanan büyük bir hatâ ve affedilemeyecek bir suçtur. Hakkında hüsnü zanda bulunarak sözünü tevil etmeseydik, küfrünü açıkça ilân eder, dinden çıktığını açıklardık...”
Allâme Allân, yanında Buhârî, Müslim ve Muvattâ gibi güvenilir bir hadîs kitabı bulunan kişinin kitapta bulduğu hadîsle amel etmesi gerektiğini açıkladıktan sonra şöyle demiştir: “Nitekim s ahabîler de Rasulullah'ın kendilerine bir hadîsi ulaştığında hiç ara vermeden ve “Falanca zât onu delil olarak almış mıdır?” diye sormadan hemen onunla amel etmeye koşarlardı ve bu şekilde davranmayan azarlanırdı.”
Celaluddin İbn Şâs el-Cevâhiru's-Semîne kitabında İmâm Ebû Bekir Tartûşî'nin şöyle dediğini nakletmiştir: “Mâliki, Hanefî, Şâfiî ve bunlara benzer bir mezhebe uyan bir vâli kendisi gibi aynı mezhebe mensup olmayan bir zâtı bir beldede kâdî olarak tayin edebilir. Çünkü kâdî için gerekli olan hüküm vereceği mesele hakkında kendi ictihadı ile hüküm vermesidir. Meselâ; Mâlikî olan bir kâdî'nın hüküm verirken Mâlikî mezhebine göre hüküm vermesi gerekli değildir. Ancak ictihadı gereğince hükmeder. Kâdîya “Sadece şu mezhebe göre hüküm verirsen seni kâdî olarak tayin ederiz” diye koşulan şart geçersiz, akit ise geçerlidir. Ebu'l- Velid el-Bâcî'nin şöyle dediği sabit olmuştur: “Endülüs'ün Kurtuba şehrinde vâli, bir zâtı kâdîlığa atadığı zaman, “Varsa İbn Kâsım’ın görüşüyle hüküm vermeyi” şart koşardı. Oysa bu sakıncalı bir cehalettir.”
İmâm Karâfî, İkâz kitabında nakledildiğine göre şöyle demiştir: “Şüphesiz herhangi müctehid bir imâmın mezhebine Kur'ân ve sünnetten deliline bakmaksızın uymak büyük bir cehâlettir. Çünkü bu mezhep taassubu, hevâ ve heveslerine kapılmaktır. Müctehid imâmlar delilini bilmeden birisine uymayı men ederek böylesi mezhep taassubunu reddetmişlerdir.”
Müctehid imâmlardan birisine uyan, gücü nispetinde meselelerin delillerini araştırıp uyduğu imâmın görüşüne muhâlif bir delili gördüğü zaman imâmının görüşünü bırakır ve delile göre amel eder. Böylece imâmına, diğer müctehidlere, Allah'ın Kitabına ve Rasulullah'ın sünnetine uymuş olur. Ancak Kitap, sünnet ve icmâdan uyduğu imâmın görüşüne muhâlif delil kendisine göründüğü halde imâmına uymakta ısrar eden kişi imâmına uymamış ve onun mezhebinden çıkmış olur. Çünkü şayet imâmına her tür illetten sâlim, sahih hadîs ulaşmış olsaydı, görüşünü bırakır, sahih hadîse uyardı. Uyduğu müctehidin görüşüne muhâlif delili bildiği halde imamına uymakta ısrar eden Allah'a, Resulüne ve dört imâma isyan etmiş ve şeytânın hizbine girmiş olur.”
Allâme Muhammed Hayyât es-Sindî şöyle demiştir: “Kitab ve sünnetin nasslarını incelediğimizde re’y ile değil, nasslarla amel edilmesinin gerektiğini görürüz. Bu gereği destekleyen deliller sayılmayacak kadar çoktur. Yalnız şeytân, çoğu insanlara nasslarla değil, re’yle amel etmeyi güzel göstererek re’yle amel etmenin nassla amel etmekten daha uygun olduğu zannıyla onları kandırmıştır. Böylece onlara Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem’in hadîsleriyle amel etmeyi yasaklamıştır. İşte İslâm ümmetinin başına gelen en büyük âfet budur.”
“Bu belânın en şaşırtıcı yönü ise mel'ûn şeytânın bu oyuna gelenlere sahabeden sahih hadîse muhâlif bir söz ulaştığı zaman doğrusunu söyleyerek: “Ona Resululah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadîsi ulaşmamış olabilir” dedirttiği halde; uydukları müctehidden sahih hadîse muhâlif bir görüş söz konusu olunca var güçleriyle imâmlarının sözlerini geçersiz bir te’vil ile te’vil etmeye sevk etmesidir. Onlara “Uyduğunuz müctehide hadîs ulaşmamış olabilir” denildiği zaman adamın başına kıyâmeti kopartırlar ve tasavvur edilemeyecek bir şekilde ona yüklenirler. Hatta adamı sapık fırkalardan sayarlar. Te’vil etmekten âciz kaldıklarında “İmâmımız hadîsleri bizden daha iyi bilir” derler.
“Aklınızla düşünün, aralarındaki farka rağmen Ebû Bekir radıyallahu anh gibi bir sahabeye hadîsin ulaşamadığını kabul ederler de, asırlar sonra dünyaya gelen müctehid imâmlarına hadîsin ulaşmadığını kabul etmezler.”
İkâz kitabının sahibi Allâme es-Sindî'nin bu sözlerini naklettikten sonra şöyle demiştir: “Kuşkusuz Şeyh es-Sindî doğruyu söylemiş, nasihat etmiş ve hakkı göstermiştir.”
Her Müslümana farz olan, Kur'ân'ı anlamaya çalışıp Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in hadîslerini araştırarak, hükümleri onlardan öğrenmesidir. Zamanımızda yaygın bir fenomen haline gelen sadece bir mezhebe bağlı kalma ve başka bir mezhebe intikâl etmenin yasak olması görüntüsü bir bid'at ve cehâletten kaynaklanan bir zorlamadır. Allâme Muhammed Sâlih el-Fullânî İkâz kitabında bu ibâreyi naklederken, şöyle demiştir: “Belli bir müctehidin mezhebine bağlı kalma o müctehidi peygamber edinmek de değil, aslında onu rab edinmektir! Nitekim Allah Teâlâ'nın: “Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler” (Tevbe 31) ayetini açıklayan hadîsin bu doğrultuda âyeti açıkladığını nakletmiştik.”
İkâz kitabının sahibi, Kitab ve sünnetin nasslarıyla amel etmenin gerekliliğini anlattıktan sonra şöyle demiştir: “Kuşkusuz bu herkesçe malumdur ve Resulullah'ın sözleri hiçbir zaman geçersiz olmaz. Her ne kadar söylendiği üzere asırlar geçtiyse de sözleri halen tazeliğini korumuştur. Hiçbir müctehidin sözleri delil olmadığı gibi, hadîslerle amel et- mek için de ölçü olmaz. Çünkü Allah ancak Resulünü insanlara örnek ve hüccet kılmıştır. Başka kimseyi değil. Ayrıca Resulullah, ümmetine hadîslerini insanlara ulaştırmayı emretmiştir. Kendisine Resulullah'ın hadîsi ulaşan Müslümanın uyduğu müctehid imâm o hadîsle amel etmeden kendisi amel etmeyecek olursa, o zaman peygamberin hadîslerini tebliğ etme emrinin faydası olmaz, herkes uyduğu müctehidin sözleri ile yetinirdi!..
Ümmetin üzerinde ittifak ettiği mensuh hadîslerin sayısı beş-on hadîsi geçmez ve mensuh bir hadîsle amel etme ihtimali, tasavvur edilemeyecek kadar zayıftır. Oysa bir mesele hakkında bin bir görüş belirten, söylediği bir sözünden hemen vazgeçen, sözleri birbirine uymayan müctehide uymadaki hataya düşme ihtimali oldukça güçlüdür. Hadîsleri yanlış anlama korkusu, neyi doğru neyi yanlış bilinmeyen müctehidlerin sözlerini anlamak için de geçerlidir.
Kişinin uyduğu müctehid imâmın yazdığı fetvâlara güvenip ona uyması caiz ise, Resulullah'ın güvenilir hadîs âlimlerinin toplayıp yazdıkları hadîslerine güvenip onlara uymanın caiz olması daha evlâ değil midir? Nasıl ki uyduğu müctehid imâmın bazı sözlerini anlamayınca anlayana soruyorsa, Peygamberin hadîslerini de anlamayınca anlayana sormalıdır.
Bazı âlimler mukallidlerin “Hadîse göre değil, fıkha göre amel edilmelidir” sözleri için bunun hadîse hakaret olduğunu ve hakaretinde küfür olduğunu ve re’yin fıkıhla hiçbir alâkasının olmadığını, fıkhın ancak hadîs olduğunu söylemişlerdir.
Allâme Molla Aliyyü'l-Karî el-Bahru'r-Raik kitabından naklederek şöyle demiştir: “Çağımızda olduğu gibi mezhepler yazılmış olsa bile kişi, istediği müctehide uyabilir ve istediği zaman başka müctehidin mezhebine geçebilir.”
Allâme Sindî, Molla Aliyyü'l-Karî'nin bu sözleri için şöyle demiştir: “Kitab, sünnet ve seçkin âlimlere göre doğru olanı budur. Bunun aksini söyleyenlerin sözlerine asla itibar edilmez. Kitab, sünnet ve selef âlimlerin sözlerine muhalif her görüş reddedilmelidir. Bu vasıftaki görüşleri kabul eden ya cahil veya koyu bir taassub sahibidir. Allah bizi sevdiği ve razı olduğu yolu takip etmeye muvaffak kılsın.”201
201 Muhammed b. Ali es-Senûsi, İkazu’l-Vesenan (s.98 vd.) özetle.
Selefî Alimler İcma Ettiklerinde Taklit Edilir mi?
Soru: “Sünnet şeyhlerini özellikle icma ettikleri zaman taklid etmenin
selefî menhec olduğunu zannedenler hakkında ne dersiniz?”
Şeyh Salih b. Abdillah el-Bekrî (Hafizehullah)’ın cevabı: “Doğudan batıya ümmetin tamamı bir hadise muhalefet üzerinde birleşmezler. Böyle bir icma olmaz. Bilakis bu Şeyhulislam (İbn Teymiyye) ve İbn Kayyım’ın dedikleri gibi bozuk bir iddiadır.
Es-San’anî şöyle demiştir: “İcma; ümmetin yeryüzünün her tarafından, Yemen’den, Suud’dan ve diğer bütün alimlerden müçtehit alimlerinin söz birliği etmesidir.”
Şeyhu’l-İslam Muhammed b. Abdilvehhab’a birçok alimler karşı çıkmıştır. İbn Teymiyye’ye birçok alimler karşı çıkmıştır. Alimin sözünü ancak Allah’ın kitabından veya Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinden bir delil ile kabul ederiz. Bu dindir. Aksi halde kabrinde sorgulandığı zaman “O mu, o mu, o mu? İnsanlar bir şey diyordu ben de onu söyledim” diyen şüpheci münafık gibi oluruz.
Alimlerin çoğunluğu fitnede sapıklık üzere olabilir. Yahut hata üzerinde olabilirler. Buna dair birçok kıssalar vardır. Mesela fakihlerin çoğu Haccac’a karşı ayaklandıklarında “Basrada Hasen el-Basrî ve İbn Sirin dışında herkes ayaklandı” dediler. Çoğunluk huruc etmişti. Hasen el-Basrî ise onlara karşı çıkıyordu. Sonra onlardan pişman olan oldu. Çoğunluk hak üzere veya batıl üzere olmanın delili değildir. Selef şöyle derdi: “Cemaat; tek başına dahi olsan, hakka uymandır”
Bazıları “Bir beldenin halkı, kendi arkadaşlarını daha iyi bilir” derler. Bunu söylediğiniz zaman: “Kendilerine muhalif olan şahıs: “Ben kendi beldemden olan arkadaşlarımı daha iyi bilirim” der. Fakat onlara haset, nefsi destekleme ve daha başka şeyler girmiş olabilir.
Cerh ve Ta’dil meselesi deliller ve bürhanlar üzerine kuruludur. Saptırma, zanlar ve taklid üzerine kurulu değildir. Delilsiz olarak ırzlara ta’n edilemez. Delil ve burhanlar bulunması zorunludur. İmam Ebu Davud es- Sicistani, oğlu Ebu Bekr’i eleştirirdi. Hadis ehli onun bu sözünü kabul etmemişler, “O, kendi oğlunu daha iyi bilir” dememişlerdir.
Buhari rahimehullah ile beldesindeki bazı alimler arasında sorunlar olmuştu. Hatta Buhari rahimehullah beldesini terk etmek zorunda kaldı.
Birisi yüz kişi hakkında konuşur, yanında haklı olduğuna delil vardır, onun sözünü kabul ederiz. Yüz kişi de birisi hakkında da delilsiz olarak konuşurlar. Onların sözünü kabul etmeyiz. İtibar çokluğa değil, hakkadır. Hak ve delil varsa buna itibar edilir. İmam Malik rahimehullah Medine halkının fiilini hüccet görürdü. Zira orada Sahabelerin çocukları vardı. Lakin alimler bu hususta ona muhalefet etmişlerdir. Hüccet; kitap, sünnet ve salih selefin üzerinde olduklarıdır. Bu konuda birçok naslar vardır ve ben bunları “el-Cerh Davabituhu ve Meta Yukbel ve Meta Yurad Sıfatu Ehlih” adlı risalemde cem ettim.
İmam Ahmed’e Harran bölgesinden birisi soruldu. İmam Ahmed: “Sikadır” dedi. Dediler ki: “Harran’lılar onu eleştiriyorlar” İmam Ahmed: “Harranlıların bir kimseden razı olmaları pek nadirdir” dedi.
Şevkani rahimehullah el-Bedru’t-Tali kitabında ülkesinin alimlerinden şikayetçi idi. şöyle derdi: “Yemen halkı alimlerini düşürüyorlar”
Soruda bahsedilen sözü ancak bir cahil söyler. Bu terördür! Bu da terörün bir türüdür!”202
202 Link: http://www.albakre.net/play-186.html
Ebu Muaz Seyfullah el-Çubukâbâdî "BİZDEN OLMAYANLAR" Şerhi'nin - Ses Kayıtları 01 - 67
İcmaya Muhalefet Eden Müminlerin Yolundan Başkasına Uyar
Allah Teâla şöyle buyurmuştur:
“Her kim, kendisi için doğru yol apaçık belli olduktan sonra, Peygambere muhalefet eder ve mü'minlerin yolundan başka bir yola tâbi olursa, onu girdiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız.” (Nisa 115)
Bu ayette müminler ifadesinin ilk muhatapları, şüphesiz sahabe asrıdır. Dolayısıyla icma’nın da asırlara göre çeşitli durumları söz konusu olabilmiştir.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de: “Ümmetim sapıklık üzerinde birleşmez” buyurmuştur.203
Sahabenin icmaının hüccet olduğunda ittifak vardır.204
Şeyhulislam İbn Teymiyye ayeti tefsir ederken şöyle demiştir: “Bu ayet, müminlerin icmaının hüccet olduğunu göstermektedir. Bir bakımdan onlara muhalefet, Rasul sallallahu aleyhi ve sellem’e muhalefeti gerektirmektedir. Onların icma ettiği her şey hakkında Rasul sallallahu aleyhi ve sellem’den nas bulunması zorunludur. Hakkında icma kesinleşmiş olan her mesele, müminler için tartışmaya kapanmıştır. Zira Allah onda hidayet olduğunu beyan etmiştir. Böyle bir icmaya muhalefet eden kimse, açık bir nassa muhalefet edenin tekfir edildiği gibi tekfir edilir. Ama icma kesinleşmeyip de o konuda icma olduğu zannedilirse, onda Rasul tarafından hidayetin beyan edilmiş olduğu da kesinleşmemiştir. Böyle bir icmaya muhalefet eden tekfir edilmez.”205
Hafız es-Suyuti şöyle demiştir: “Üzerinde icma edilmiş hususları inkâr edenlerin kısımları vardır.
Birincisi: Kesin olarak onu tekfir etmeyiz. Bu, hakkında nas ve dinden zaruri olarak bilinen ilim olmayan bir konu hakkındadır.
İkincisi: Kesin olarak tekfir etmediklerimizden olmayanlar. Bu, hakkında nas olmayıp ancak özel kesimin bildiği bir icma hakkındadır. Mesela vakfelerden önce yapılan cimanın haccı bozması gibi.
Üçüncüsü: Sahih olan görüşe göre tekfir edilmeyecek olanlar. Bu hakkında varid olan naslar sebebiyle meşhur olan fakat zaruri ilim derecesine çıkmayan meselelerdir. Mesela Nevevi’nin sahih bulduğu; “alışverişin bozulması” meselesinde, hakkında nas olmaması gibi.
Dördüncüsü: Sahih görüşe uygun olmayan ve hakkında meşhur olmayan bir nas bulunan meseleler. Kişinin sulbünden olan oğlunun kızına altıda bir miras düşmesi gibi.”206
Dinden zaruri olarak bilinen şeyler; hakkında genel ve özel nakillerle birçok mütevatir naslar varid olması sebebiyle insanın nefsinde tasdiklemek mecburiyeti hissettiği kesin işlerdir. İnsan kalbinde, kendisini inkâra götürecek en ufak bir şüphe bulamaz. Bunları yalanlayan, o nasları ve ümmetin kesin icmaını da yalanlamış olur. Mesela; İslam’ın beş rüknünün farz olması, zina ve hırsızlığın haram olması ve benzerleri gibi.
İbn Abdilberr, der ki: “Zaruretin sınırı; âlimin nefsinde şüpheye imkânı olmadığı şeydir. İlim de böylece ona tefekkürden önce vaki olmuştur. Bunu his ve aklı ile idrak eder. Hareketli bir şeyin bir anda durması gibi. Yine insanlar zaruri olarak bilirler ki; Mekke, Hindistan, Mısır ve Çin bildiğimiz beldeler olup ümmetler geçmiştir.”207
203 Sahih. Ebu Davud (4253) Tirmizi (2167) İbn Mace (3590)
204 Bkz.: Şevkani İrşadu’l-Fuhul (1/217)
205 Mecmuu’l-Fetava’da (7/38, 39)
206 el-Eşbah ve’n-Nezair (s.488) Bkz.: Ravzatu’t-Talibin (2/146)
207 Camiu Beyani’l-İlm (s.788) Bkz.: et-Tarifat (Darar) maddesi
İcmanın Farklı Mertebeleri:
1 - Sahabe asrında akdolunup sonraki asırlardan birinde ihtilaf vuku bulan icma
Sahabe asrında herhangi bir ayet veya hadisin delalet ettiği anlam hususunda sahabeler icma etmiş ve o konuda ihtilaf etmemişler, ancak sonraki asırlarda birileri sahabenin ittifak ettikleri hususta muhalefet etmişlerdir. Böyle bir durumda asıl olan sahabelerin icmaıdır. Sahabelerin icmaından ayrılan bizi bağlamaz. Mesela namazın terkinin dinden çıkaran küfür olduğunda sahabeler ittifak etmişlerdir. Bu konudaki nasların namazın terkinin küfür olduğuna delalet ettiği hususunda bu icma bağlayıcıdır. Onlardan sonra tabiin döneminde bu icma devam etmiş, lakin tebau’t- tabiîn döneminde bu icma o sıralarda net olarak onlara ulaşmadığından, namazın terkinin küfür olmadığını dile getiren, bu konuda deliller getiren bazı imamlar olmuştur. Şayet bu imamlar gün ışığı gibi bu icmayı bozan bir nas ile delil ortaya koymuş olsalardı sahabe asrındaki icma fesh olur, o delile göre hükmetmek gerekirdi. Böyle bir durumda da sahabenin hata üzerinde ittifakları mümkün olmayacağından, aralarında muhalefet eden bir sahabenin varlığını tespit edememiş olduğumuza hükmederdik. Ama bu görüşü öne süren imamlarımızın böyle bir delili olmadığı için sahabenin icmaı aslı üzere kalmış ve bizi bağlayan husus namazın terkinin küfür olduğu şeklinde devam etmiştir.
2 - Sahabe asrında ihtilaf vaki olmuş fakat sonrakiler; tabiin, tebe-i tabiin veya daha sonraki imamlar ittifak ve icma etmişlerdir.
Böyle bir durumda bu icma ancak bir şart ile delil olur: Sonrakiler şayet, sahabelerin ihtilaf ettikleri meseleyi halleden apaçık nas ile delil getirirlerse bu icma bağlayıcı olur. Burada da zaten asıl bağlayıcı olan icma değil, nastır. Fakat sonradan da olsa, meydana gelen bu icmaya muhalefet sapıklık olur.
Mesela “Su sudan dolayıdır” hadisi bu konuda örnek verilebilir. Sahabelerden kimine bunu nesheden hadisler ulaşmadığından bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Ancak bu konuda sonrakiler ittifak etmişlerdir.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Erkek, kadının dört uzvu arasına çöker ve hitân, hitanı geçince (kadına mübaşeret ederse) inzal olmasa bile gusül vacib olur.’208
‘Ubey İbn Ka’b radıyallahu anh anlatıyor: “‘Su, sudan dolayı gerekir’ hükmü İslâm’ın başlangıcında bir ruhsattı. Sonra bundan yasaklanıldı. ‘Ubey ilave olarak der ki: ‘Su, sudan dolayı gerekir’ hükmü ihtilâm hakkında muteberdir.”209
Yine Mut’a nikâhı hakkında sahabenin ihtilaf etmiş olmasını gerekçe göstererek sonrakilerin icmaına muhalefet eden de ancak bir sapıktır.
3 - Sahabe ve tabiin asrında üzerinde icma olduğu bilinmeyen, sonradan üzerinde icma edilen mesele.
Mesela yöneticilere karşı ayaklanmaktan yasaklayan birçok hadisler vardır. Fasık ve zalim idareciye karşı ayaklanmanın haram olduğu hususunda sahabenin icmaı tespit edilememiştir. Tabiin asrında farklı görüşlere sahip olan imamlar bulunmuştur. Lakin meydana gelen çeşitli ayaklanmaların ümmete daha büyük zararlar ile geri döndüğü anlaşılınca, ilim ehli zalim de olsa idareciye karşı ayaklanmamak gerektiğini gösteren nasları zikretmişler, bunun şartlarını beyan etmişler ve bu konular etrafında ehl-i sünnet icma etmiştir.
Bu konu, modern asrın getirdiği meselelerden bir mesele hakkında da olabilir. Bu durumda âlimler nassı getirir ve “Şu nas (ayet veya hadis) bu meseledeki hükmün şöyle olduğunu gösteriyor” derler ve bu konuda ilim ehli icma ve ittifak ederler. O zaman bu bağlayıcı olur. Haşhaş, afyon, eroin gibi maddelerin haram oluşunda ittifak edilmesi buna bir örnektir. Bu maddeler önceki asırlarda mevcut olmadığından, hakkında fetva verilmemiş meselelerdendir. Ama bu maddelerin ortaya çıktığı zamandaki ilim ehli sarhoşluk verici maddeler hakkındaki nasların bunların da haramlığını gösterdiğinde ittifak etmişlerdir. Bu durumda bu nasların o meseleye delaleti üzerindeki ittifak ve icma edilmesi, ümmet için kesin bir delil haline gelir. Yine böyle bir durumda delil, icmanın kendisi değil, delaleti üzerinde icma edilen nastır.
4 - Bütün asırlarda ittifak edilen, hiç değişmeyen icma.
Misal olarak öğlen namazının dört rekat kılınmasının farz olması naslarla sabit bir husus olup, bunun üzerinde sahabe asrından beri icma hâsıl olmuştur.
Allah’ın indirdiğini inkar etmeksizin, ondan başkasıyla hükmetmeyi helal saymaksızın, beşeri hükmü Allah’ın hükmünden üstün veya onunla eşit görmeksizin Allahın indirdiğinden başkasıyla hükmetmenin dinden çıkarmayan küçük küfür olduğunda sahabe asrından beri icma hâsıl olmuştur. Buna hariciler ve benzerleri muhalefet ederek sapmışlardır.
Kim bu icmadan saparsa artık o sapıktır.
5 – Nastan bir delil üzerinde olmadığı halde zikredilen icma.
Böylece zikredilen bir icma, nastan o konunun dayandığı delil ortaya koyuluncaya kadar bağlayıcı değildir.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Üzerinde icma edilen her konuda mutlaka Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den bir beyan vardır. Lakin bazı insanlara bu nas gizli kalmış, sadece icma ile delil getirildiği zannedilmiştir...”210
Şeyh Abdurrahman es-Sa’dî rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “İcma; müçtehit âlimlerin ortaya çıkan bir hükümde ittifak etmeleridir. Kesinleştiği zaman icmalarına müracaat etmek vacip olur ve buna muhalefet etmek helal olmaz. Bu icma kitap ve sünnetin delaleti üzerinde olmak zorundadır.”211
6- Nassa aykırı olduğu halde icma iddiası.
Bu iddia kabul edilemez. Mesela Aişe radıyallahu anha’nın şu rivayetinin icmaya aykırı olduğu iddia edilmiştir: “Bir kadın bazı kimselerden takı ödünç aldı, sonra onu sattı. Bu durum Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e haber verilince kadının elinin kesilmesini emretti.”212 İbn Kuteybe bazı kimselerin şöyle dediklerini nakleder: “İnsanlar ödünç alan kimsenin elinin kesilmeyeceğinde icma etmişlerdir. Çünkü emanet alan kimsedir. İcma bu hadisin batıl olduğunu gösterir”213
Öncelikle burada icma iddiası doğru değildir. Bu sadece cumhurun görüşüdür. İmam Ahmed, İshak b. Rahuye, Zufer, Zahir ehli ve İbn Hazm ödünç aldığını inkâr edenin elinin kesileceği görüşündedirler.
Şeyh Selim el-Hilalî hafazahullah, el-İs’ardî rahimehullah’ın matbuatın’dan (s.64-65) naklen şöyle der: “Burada İbn Kuteybe bu konuda icma zikretmemiş, bu iddiayı kelamcılardan nakletmiştir. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetini iptal etmek için icma iddia ederler lakin iki husustan gafildirler:
1- Sahih bir nassa aykırı bir icma kesinlikle bulunamaz. Bunu iddia eden delil getirsin ki, araştıralım.
2- Bu meselelerde icma ispat edebilmeleri için bir fırın ekmek yemeleri gerekir. Nereden bilecekler, insanlar belki ihtilaf ettiler?! Nitekim büyük usul âlimleri, bir meselede karşı görüş bilinmemesi sebebiyle icma iddia edilemeyeceğini belirtmişlerdir. Peki, muhalif bilindiği zaman nasıl icma iddia edilebilir?”214
Yine İbn Kuteybe rahimehullah’ın zamanında sarıklara ve başörtüsü üzerine mesh hakkındaki hadislerle215 amel edilmeyeceği üzerinde bir icma iddia edilmiştir. İb Kuteybe de bu konuda nesh yahut hadisin isnadıyla ilgili kusurlar olabileceği gibi ihtimaller zikrederek icmanın daha sağlam ve korunmuş olacağı şeklinde görüş belirtmiştir.216
Lakin böyle ihtimaller öne süren kimsenin sözüne delil getirmedikçe itibar edilemez. Mesela nesh iddiası varsa nasihi (nesh edici nassı) getirmelidir, hadisin isnadıyla ilgili kusur varsa bunu ispat etmelidir. Sözkonusu edilen hadisler ise sahihayn hadisleridir. Bu hadislerle amelin terk edilmesine dair icma iddiası reddedilmiştir. Hafız İbn Receb Şerhu ileli’t-Tirmizi’de bunu genişçe açıklar.217 Nitekim seleften bir topluluk bu hadisler doğrultusunda hareket etmişlerdir.218
İbn Kayyım rahimehullah şöyle demiştir: “...Bundan daha çirkini, sabit olmuş bir sünnete aykırı bir icmanın gerçekleştiğini zannetmektir. Bu müslümanlar cemaatine karşı kötü bir zandır. Zira onları Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine muhalefette ittifaka nispet etmektedir. Bundan daha çirkini, o hadisle amel eden kimseyi bilmemesine dayanarak böyle bir icma iddia etmesidir. Böylece iş, cahilliğini Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinin önüne geçirmesine dönmektedir. Allah’tan yardım isteriz. Kesinlikle islam imamlarından hiçbir imamın: “Onunla amel eden birini bilmediğimiz sürece Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadisiyle amel etmeyiz” dediği bilinmemektedir.”219
İbn Hazm, İbn Kayyım gibi muhakkik usul âlimlerinin zikrettikleri gibi, nassa aykırı bir icma bulunmamaktadır.220
Yine mazeretsiz olarak namazların cem edilmesi meselesinde bu konudaki hadislerle amel edilmesinin terkinde icma iddia edilmiştir. Bu icma iddiası da batıldır. Sahabe, tabiin ve tebau’t-tabiin ile daha sonrakilerden bu sahih hadislerle amel eden ve bununla fetva veren birçok ilim ehli vardır. Nitekim Hafız İbn Receb Fethu’l-Bari adlı Buhari şerhinde, İmam Nevevi rahimehullah da Muslim şerhinde mazeretsiz cemin terki hakkındaki icma iddiasının geçersiz olduğunu delilleriyle açıklamışlardır.221
208 Sahih. Buhârî, (Gusl, 28); Muslim, (348); Muvattâ’, (1/45-46); Ebû Dâvud, (216); Nesâ‘î, (1/110-111) İbn Mâce, (610).
209 Sahih. Ebû Dâvud, (214-215); Tirmizî, (110-111); Dârimî, (1/194); İbn Huzeyme, (225); Tahâvî, (1/54); Darekutnî, (1/124); İbn Hibbân, (228)
210 Mecmuu’l-Fetava (19/195)
211 Risaletu’l-Latife Fi Usuli’l-Fıkh (s.14)
212 Sahih. Buhari (3475, 3732, 3733, 4304, 6887, 6888) Muslim (1688) Ebu Davud (4373, 4396, 4397) Nesai (8/72) İbn Mace (2547) İbn Carud (804-806) Beyhaki (8/253-254)
213 İbn Kuteybe Te’vilu’l-Muhtelefi’l-Hadis (s.202)
214 Selim Hilali, Te’vilu’l-Muhtelef tahkiki (s.203)
215 Bkz.: Buhari (204, 205) Muslim (275)
216 Te’vilu’l-Muhtelef (s.483)
217 İbn Receb, Şerhu İleli’t-Tirmizi (s.40)
218 Tirmizi (1/171)
219 İ’lamu’l-Muvakkiin (4/212)
220 Bkz.: İbn Hazm, Usulu’l-Ahkam (2/71-72) İbn Kayyım, İ’lamu’l-Muvakkiin
(1/32-33)
221 Nevevi, Şerhu Sahihi Muslim (5/218) Bu konuda “Hazarda Namazların
Mutlak Cem’i” adlı risaleme bakınız.
Ebu Muaz Seyfullah el-Çubukâbâdî "BİZDEN OLMAYANLAR" Şerhi'nin - Ses Kayıtları 01 - 67
Re’y Ashabı Kınanmış ve Onlardan Sakındırılmıştır
Re’y ashabı: Bunların ashabu’r-re’y diye isimlendirilmesi, çaba ve ihtimamlarının çoğunu kıyas vecihlerini tahsile ve ahkâmdan çıkarılan manalara yöneltmeleri, hâdiseleri bunlar üzerine bina etmeleri, bazen celî kıyası ahad haberlere tercih etmeleri sebebiyledir.222 Kelamcı gruplar ile uzantılarına “Hanefîler” denilen Kûfe fakihleri de bunlardandır.
İbn Abdilberr re’y ashabını anlatırken şöyle demiştir: “Kötülenmiş re’y; dinin şeriatlarının hükümleri hakkında istihsan ve zanlar ile görüş belirtmek, saptırıcı hataları ezberlemekle meşgul olmak, yeni meydana gelen hadiseleri illetlerine bakmaksızın asıllara göre değil de fürûlara göre birbirine kıyaslamak ve meydana gelmeden önce re’y ile görüş belirterek amel etmektir. Olay meydana gelmeden önce re’y belirtilirse bu zannı ifade eder. Dediler ki: Bununla meşgul olmak sünnetleri iptal eder ve cehalete sebep olarak, tevakkuf edilmesi gereken yerlerde tevakkuf etmeyi terke yol açar.”
Abdullah b. Amr b. El-Âs radıyallahu anhuma’dan: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim:
“Muhakkak ki Allah ilmi, insanlara verdikten sonra çekip almak suretiyle kaldırmaz. Lakin aralarından âlimlerin canlarını ilimleriyle beraber almak suretiyle kaldırır. Geriye cahil insanlar kalır ve fetva sorarlar. Onlar da kendi görüşleriyle fetva verirler. Böylece hem kendileri sapar, hem de insanları saptırırlar.”223
Sa‘îd b. el-Museyyeb şöyle demektedir: Ömer b. el-Hattab radıyallahu anh şöyle demiştir:
“Ey insanlar! Dikkat edin! Muhakkak ki re’y ashabı Sünnet’in düşmanlarıdır. Hadisleri ezberlemekten aciz kalırlar. Onlardan birine insanlar sorduğu zaman bilmiyorum demekten utanırlar ve şahsi görüşleriyle Sünnet’e karşı inat ederler. Böylece hem saparlar hem de birçoklarını saptırırlar. Ömer’in nefsi elinde olana yemin olsun ki Allah, dinini şahsi görüşlere ihtiyaçsız bırakmadıkça Nebîsinin ruhunu almamış ve vahyi kaldırmamıştır. Şayet din re’y ile alınacak olsaydı mestlerin üstünü değil, altını mesh etmek daha layık olurdu. Bu kimselerden sakının ve sakındırın! ”224
Diğer rivayette lafzı şu şekildedir: “Sizleri re’y ashabı ile oturmaktan sakındırırım. Zira onlar sünnetin düşmanlarıdırlar. Sünneti ezberlemekten aciz kalırlar, hadisleri kavramayı terk ederler. Kendilerine bilmedikleri konular sorulunca “bilmiyoruz” demekten çekinirler, görüşleriyle fetva vererek hem sapmışlar, hem de birçoklarını saptırırlar. Doğru yolu kaybetmişlerdir. Şüphesiz Allah Teâlâ, peygamberiniz sallallahu aleyhi ve sellem’in canını, vahiy sayesinde şahsi görüşlere muhtaç bırakmadıkça almamıştır. Şayet görüş, sünnetten daha uygun olsaydı, mestlerin üzerini değil, içini mesh etmek daha uygun olurdu.”225
Ata b. Ebi Rabah’tan: Ömer b. el-Hattab radıyallahu anh dedi ki:
“Re’y (görüş) ashabı sünnetin düşmanlarıdır. Şayet din, görüş ile olsaydı, elbette mestlerin altını mesh etmek, üzerini mesh etmekten daha uygun olurdu.”226
Ali radıyallahu anh’den: “Şayet din re’y/şahsî görüşle olsaydı, elbette mestlerin altını mesh etmek, üzerini mesh etmekten daha uygun olurdu. Fakat ben Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in mestlerinin üzerini mesh ettiğini gördüm.”227
İsam b. Yusuf şöyle dedi: “Sizlere eserleri (rivayetleri) tavsiye eder, re’y’den/görüşten sakındırırım. Zira re’y ashabı sünnetin düşmanlarıdırlar. Hadisleri ezberlemekten aciz kalmışlardır. Şüphesiz: “Şöyle olursa” ve “görüşün nedir” sözleri ilim değildir.”228
Yezid b. Zurey’ şöyle demiştir: “Re’y ashabı sünnetin düşmanlarıdırlar.”229
Abdurrahman b. Ömer Rusteh şöyle demiştir: Abdurrahman b. Mehdi’nin yanında re’y ashabından bahsedilince şöyle dedi:
“Dîninizde haksız yere haddi aşmayın ve daha önce sapan, birçoklarını saptıran ve doğru yoldan uzaklaşan kimselerin hevâ ve heveslerine uymayın” (Maide 77)”230
Şeyh el-Elbânî rahimehullah şöyle der: “Bazı insanlar bu imâmların gâlip gelen taife ve kurtuluş fırkasını hadis ehli olarak açıklamalarını garipsemişlerdir. Şunları düşünecek olursak, burada garipsenecek bir şey yoktur.
Birincisi: Şüphesiz hadis ehli, sünnet derslerinde uzmanlaşmalarından dolayı onunla alâkalı olan; râvilerin durumlarını, hadisin illetlerini ve rivâyet yollarını bilme konusunda insanların en bilgilileridir. Peygamberlerinin sünnetini, yolunu, ahlâkını, savaşlarını ve Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e ulaşan her bilgiyi kendilerine hedef edinmişlerdir.
İkincisi: Ümmet ilk asırda olmayan fırkalara ve mezheplere bölünmüşlerdir. Her mezhebin esasları, detayları ve hadisleri bu sünnete dayanır ve onunla delil getirirler. Bu mezheplerden birine bağlanan, diğer mezheplere bakmadan kendi mezhebine taassup gösterir ve onda olan herşeye tutunur. Baksa, taklid ettiği mezhepte bulamadığı hadisler görecektir. İlim ehli katında sâbit olan bir şeydir ki, her mezhepte diğer mezhepte bulunmayan sünnet ve hadisler vardır. Tek bir mezhebe bağlanan sapar. Mutlaka diğer mezheplerde korunmuş olan sünnetin büyük bir kısmı vardır. Hadis ehlinde ise böyle bir durum yoktur. Zira onlar, hangi mezhepte ve hangi taifede olursa olsun, râvisi Müslüman ve güvenilir olduğu sürece, isnâdı sahih olan her hadisi alırlar. Hatta bırak Hanefî, Mâlikî veya diğer mezhepleri, bu bir Şiî, bir Kaderî veya bir Haricî dahi olsa durum böyledir. Nitekim İmâm Şâfiî rahimehullah İmâm Ahmed’e şu sözleri söylerken bunu dile getirerek açıklamıştır:
“Sizler hadisi benden daha iyi bilirsiniz. Size hadis sahih olarak geldiği zaman onu bana haber verin ki ben de ona göre amel edeyim. İster Hicâz’lı, ister Kûfe’li veya Mısır’lı birinden gelsin fark etmez.”231
Ehl-i Hadis, - Allah bizi onlarla haşreylesin – Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem dışında ne kadar üstün bir şahsiyet olursa olsun, belli bir şahsın görüşüne taassup göstermezler. Hadise önem vermeyen ve onunla amel etmeyen başkaları ise böyle değildir. Onlar imâmlarının görüşlerine, tıpkı hadis ehlinin Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in sözlerine bağlanmaları gibi taassup gösterirler. Hâlbuki o imâmlar kendilerinin görüşlerinin taklîd edilmesinden yasaklamışlardır. Bu açıklamadan sonra, hadis ehlinin, hadiste geçen gâlip taife ve kurtuluş fırkası, hatta insanlar üzerinde şâhitler olan vasat ümmet olduklarında şaşılacak bir şey olmadığı anlaşılmıştır.
Hatîb el-Bağdâdî’nin Şerafu Ashâbi’l-Hadis kitâbının mukaddimesinde, hadis ashâbını desteklemek ve onlara muhâlefet edenleri reddetmek için söylediği şu sözler hoşuma gitti:
“Şâyet kötülenmiş re’y sahipleri kendilerine faydalı olan ilimlerden ve âlemlerin rabbinin rasulünün sünnetlerinden, fakihlerin ve muhaddislerin eserlerini kabul etmekten kendilerini alıkoyarlarsa, elbette bunların dışındaki şeylere muhtaç olacaklar, görüşlerden uygun gördükleri ile yetineceklerdir. Şüphesiz hadis, tevhîdin esâslarını bilmeyi, vaâd ve tehdîdin açıklamasını, mülhidlerin sözlerinden alıkoyan, âlemlerin rabbinin sıfatlarını, cennet ve cehennemin vasıflarını, Allah Azze ve Celle’nin takvâ sahipleri ve fâcirler için hazırladıklarını, Allah’ın yer ehlinden ve göklerde yarattığı alâmetleri, yakın meleklerin saf tutan ve tesbih eden meleklerin zikrini kapsayıcıdır.
Hadislerin kapsamında; peygamberlerin kıssaları, zâhit ve velîlerin haberleri, edebiyâtı güçlü kimselerin vaâzları, fakihlerin sözleri, arap ve acem yöneticilerinin siyeri, geçmiş ümmetlerin kıssaları, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in savaşları, seriyyeleri, ahkâm ve kazâları, hutbeleri, vaâzları, mucizeleri, hanımları, çocukları, akraba ve ashabının sayıları, fazîletleri, haberleri, menkıbeleri, ömürleri ve neseplerinin beyânı, Kur’ân-ı Azîm’in tefsîri, ondaki haberler, zikir ve hikmetler, sahabelerden mahfûz olarak gelen ahkâma dâir sözleri, sonraki imâmlardan ve müçtehit fakihlerden her birinin görüşüne uyanların isimleri de yer almaktadır.
Allah Azze ve Celle sünnet ehlini dinin direkleri kılmış, onlarla her çirkin bid’ati yıkmıştır. Onlar mahlûkatı arasında Allah’ın eminleri, ümmet ile Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem arasındaki vasıtadırlar ve dinini korumada müçtehitlerdir. Nurları göz alıcı, fazîletleri artıcı, alâmetleri parlak, mezhepleri gâlip, hüccetleri kahredicidir. Hadis ashâbı dışında hevâsına meyleden her grup hevâya müracaat eder veya yöneldiği görüşünü güzel görür. Şüphesiz Kitap hadis ashabının teçhizâtı, sünnet hüccetleri, Rasul sallallahu aleyhi ve sellem mercîleridir. Onlar sünnete nispet edilir, hevâlara ve şahsî görüşlere iltifât etmezler. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den rivâyet edilenleri kabul ederler, onlar güvenilir ve âdildirler. Dini muhafaza eder, ilmi yüklenir ve taşırlar. Hadiste ihtilâf edildiği zaman onlara müracaât edilir. Onların verdikleri hükümler, dinleyenler tarafından kabul edilir.
Bütün âlim ve fakihler, yüksek imâmlar, kabilesinde zâhid olanlar, faziletiyle özel olanlar, sağlam Kur’ân okuyucuları ve güzel hatipler onlardandır. Onlar büyük çoğunluktur. Yolları istikâmet yoludur. Her bid’at sahibi onların akîdesine yenik düşer, onların mezhebi hâricinde bir açıklamaya cesaret edemezler. Onlara tuzak kurandan Allah intikâm alır. Onlara karşı inât edeni Allah rezil eder. Onlara karşı çıkanlar onlara zarar veremezler ve onlardan uzaklaşan iflâh olmaz. Onların irşâtlarına engel olmaya çalışan fakir olur, onlara kötü gözle bakan hüsrâna uğrar. Şüphesiz Allah Azze ve Celle onları desteklemeye kâdirdir.”
Hatîb el-Bağdâdî der ki: “Âlemlerin rabbi, desteklenmiş taifeyi dinin koruyucuları kılmıştır. Sağlam şeriata tutundukları ve sahabe ile tabiînin eserlerine uydukları için inatçıların tuzaklarını onlardan savmıştır. Onlar eserleri muhafaza için çöller aştılar, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in dininden bir parça öğrenmek için gemi yolculukları yaptılar, re’y ve hevâya meyletmediler. Söz ile ve fiilî olarak O’nun şeriatını kabul ettiler, sünnetini korudular, aslını tespit edinceye kadar naklettiler. Onlar hadise ve onun ehli olmaya en lâyık olanlardır. Nice mülhitler dine, dinden olmayan şeyler karıştırmış, Allah Teâlâ hadis ashabı ile dini savunmuştur. Onlar dinin direklerinin koruyucularıdır, Allah’ın emirlerini hâkim kılanlardır. Ona karşı bir saldırı görürlerse mücâdele ederler.
“İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah'ın tarafında olanlardır.” (Mücâdele 22)”232
222 Şehristani el-Milel ve’n-Nihal (s.207)
223 Sahih. Buhârî (100) lafız ona aittir; Muslim (2673).
224 Sahih mevkuf. Herevî, Zemmu’l-Kelâm, (2/200 no: 267, 268); el-Esbehani el-Hucce (1/221) el-Lalekai İtikad (2/92) İbn Hazm el-İhkam (6/213-214) İbn Ebi Zemeneyn Şerhu’s-Sunne (8) İbn Abdilberr Cami (1034-38) İbn Kayyım, İ‘lâmu’l- Muvakkî‘în, (1/55); Telhîsu’l-Habîr, (3/208).
225 Hasen mevkuf. Hatib el-Fakih (478)
226 Sahih ligayrihi mevkuf. Hatib, el-Fakih ve’l-Mutefekkih (474)
227 Sahih mevkuf. Ebû Dâvûd (1/42); el-Elbânî, İrvau’l-Galîl (1/140)
228 Sahih maktû. Herevi Zemmu’l-Kelam (2/262)
229 Sahih maktû. Hatib, Şerafu Ashabi’l-Hadis (s.7) Ebu Tahir es-Silefi
Meşihatu’l-Bağdadiye (el yazma no:16)
230 Sahih maktu. Ebu Nuaym Hilye (9/10)
231 Bkz.: el-Elbanî, Sıfatu’s-Salâti’n-Nebî sallallahu aleyhi ve sellem adlı kitabın mukaddimesi.
232 Şeyh Elbani bütün bunları es-Sahiha (270) nolu hadisin açıklamasında zikretmiştir.
Kıyas Ashabı Kınanmış ve Sakındırılmıştır
Kıyas Ashabı ile kastedilen; kıyası helal ve haram belirlemede esas kabul eden, nas bulunan konuda kıyas yapan, kıyasa aykırı düştüğü zaman hadisi reddeden veya te’vil eden gruplardır.
Allah Azze ve Celle faizi alışverişle kıyaslayanları zemmederek şöyle buyurmuştur:
“Ribâ(faiz) yiyenler, “alışveriş de ribâ (faiz) gibidir” demiş olmaları dolayısıyla, ancak kendisini şeytan çarpmış mecnûn kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Halbuki Allah, alışverişi helâl, ribâyı ise, haram kılmıştır.” (Bakara 275)
‘Avf b. Mâlik el Eşcâ‘i radıyallahu anh’den gelen bir rivayette, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
‘Ümmetim yetmiş küsur fırkaya ayrılır, onların fitne bakımından en büyükleri; meseleleri kendi şahsî görüşleriyle kıyas eden, Allah’ın helal kıldığını haram kılan ve haram kıldığını helal kılan bir kavimdir.’233
Vâsile b. Eska radıyallahu anh’den: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İsrailoğullarının işi aralarında köle çocukları çoğalıncaya kadar düzgün idi. Onlar henüz meydana gelmemiş işlerde kıyas yaptılar ve hem saptılar, hem de saptırdılar.”234
İbn Amr radıyallahu anhuma’dan: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İsrailoğullarının durumu aralarında başkalarından esir aldıkları kimselerin çocukları yayılıncaya kadar mutedil devam etti. Onlar re’yleriyle görüş belirttiler, hem saptılar, hem de saptırdılar.”235
Ebu Hureyre radıyallahu anh’den: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İsrailoğulları ancak aralarında diğer milletlerden esir aldıkları kimselerin çocukları türediği zaman helak oldular. Onlar re’y (şahsî görüş) ile hüküm koydular ve saptılar.”236
Aişe radıyallahu anha’dan: “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İsrailoğulları, aralarında esir aldıkları kimselerin çocukları çoğalmadıkça helak olmadılar. Onlar dinlerinde kıyaslamalar yaptılar, hem kendileri helak oldular ve hem de başkalarını helak ettiler.”237
İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
“İsrailoğulları ancak Allah’a isyanı emreden din adamlarına itaat ettiklerinde helak oldular. Aynı şekilde ümmetimden bazı din adamları da hem kendilerini hem de birçok kimseleri saptırırlar.”238
233 Sahih. Ebû Zur‘a ed-Dımeşkî, et-Târîh, (1/622); Hâkim, (3/457, 4/430); Bezzâr, (7/186); Taberânî, (18/50); İbn Ebî ‘Asım, es-Sunne, (68); el-Lalekâ’î, (149); Ebû Sa‘îd en-Nakkâş, Fevâ’idu’l-‘Irakiyyin, (s. 46); Hâtîb, (13/307); İbn ‘Abdilberr, Câmî‘, (2/891); İbn Battâ, el-İbâne, (272); Beyhakî, Medhal, (207); İbn ‘Asakir, (62/151); Herevî, Zemmu’l-Kelâm, (261); Heysemî, Mecmâ‘u’z-Zevâ’id, (1/179) İbn Hazm, Muhallâ, (1/62). Heysemî dedi ki: ‘Taberânî ve Bezzâr Sahîh’in ricali ile rivayet ettiler.’ Hâkim: ‘Buhârî ve Müslim’in şartlarına göre sahihtir’ demiştir. Hadisin geniş tahricini Kıyas ve Taklid risalesinde yapmış bulunuyorum.
234 Hasen ligayrihi. İbn Batta el-İbane (814) Deylemi (5387)
235 Hasen. İbn Mace (56) Bezzar (6/402) Taberani (13/642) Ebu Nuaym Marife (4357) İbn Katan Beyanu’l-Vehm’de (2/348) hasen demiştir.
236 Hasen ligayrihi. Darekutni (4/146) Herevi Zemmu’l-Kelam (63) Mervan b. Salim zayıftır.
237 Hasen ligayrihi. İbn Katan, Beyanu’l-Vehm (2/348) isnadında Halid b. İsmail el-Mahzumi zayıftır.
* Başka bir yol ile Aişe radıyallahu anha’dan: Hatib, el-Fakih (468) Abdullah b. Muhammed b. Yahya b. Urve zayıftır.
238 Deylemi (1377)
Kıyasın Hüccet Olduğunu İddia Edenlerin Şüpheleri
El-Ciyzânî’nin Kıyas Hakkında Yazdıklarının Değerlendirmesi
Muhammed b. Huseyn b. Hasen el-Ciyzânî, “Meâlimu Usûli’l-Fıkh İnde Ehli’s-Sunne ve’l-Cemaa adını verdiği bir fıkıh usulü kitabı yazmıştır. Daha önce incelediğim fıkıh usulü kitaplarının genelinde kıyas başlığına gelince bariz bir şekilde, papağan gibi önceki kelamcıların dediklerinin tekrarından ibaret mugalatalar dikkatimi çekiyordu. El-Ciyzani’nin kitabında kendisinin diğer fıkıh usulü kitaplarından farklı olarak şahsi çabalar harcadığını ve bir takım ıslahlarda bulunduğunu gördüm. Lakin kıyas babında, her ne kadar değişik ifadeler ve farklı deliller zikretmiş olsa da, yine de kelamcıların fakihleri hapsettiği sınırların dışına pek çıkamadığını gördüm.
Bu kitabında çoğunlukla Ebu’l-Abbas İbn Teymiyye en-Numeyrî ve Ebu Abdillah b. el-Kayyım ez-Zer’î rahimehumallah’tan nakilde bulunmuştur. Bu iki imam sünnetin yayılmasında ve değerinin yüceltilmesinde gayret göstermişlerdir. Ancak alimin, ihtilaf edilen konuda hükmetmek için alimlerin sözlerini delil getirmesi, bunlarla itirazda bulunması veya bu sözleri kaide kılması mümkün değildir. Zira bu, büyük bir hatadır. İhtilaf anında bu ihtilafın sadece iki vahye (kitap ve sünnete) ve bu ikisinin delillerine döndürülmesi hususunda icma vardır. Zira kitap ve sünnet, her türlü eksiklik, şaşkınlık ve kötülükten korunmuştur.
Bu kitabın kıyas ve delil olması bölümünde – Allah kendisine selamet versin – kıyas-ı celî hakkında şöyle diyor:
“Bu tür kıyasın üzerinde ittifak vardır.”239 Peki nerede bu ittifak?
Kıyas-ı celî’ye, Allah Teâlâ’nın şu ayetini örnek veriyor: “Yetimlerin mallarını zulümle yiyenler...” (Nisa 10) Bu ayette geçen yetim malı yemeye kıyasla, yetimin malını yakmak ve batırmak da haramdır diyor. Bu açık bir hatadır. Çünkü bu ayet yetimin malını yemenin haramlığını belirtmektedir. Diğer bir ayette ise
“Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa nefsine zulmetmiş olur” (Talak 1) buyrulmaktadır. Bu ayetle ilahî sınırları aşmak yasaklanmıştır. Bu meselenin bir açısıdır. Diğer açıdan, yetimin malını yakmak veya batırmak sabit ve açık naslarla yasaklanmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Ergenlik çağına erişinceye kadar, en güzel bir şekilde olmadıkça yetimin malına yaklaşmayın" (Enam 152, İsra 34)
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur: “Müslüman kişinin malı, ancak kendisinin gönül hoşluğuyla helal olur.”
“Her müslümanın diğer müslümana kanı, malı ve şerefi haramdır.”
Bunun gibi daha birçok naslar, bu konuda “kıyas-ı celî” denilen kıyasa ihtiyaç bırakmamaktadır.
İllet kıyasına Allah Teâlâ’nın şu ayetini örnek veriyor: “Sizden önce, (ibret alınması gereken pek çok) hâdise olup bitmiştir. Bu itibarla, yeryüzünde şöyle bir dolaşın sonra da, yalanlayanların akıbetlerinin ne olduğunu görün.” (Al-i İmran 137) Yani onlar asıl, siz fer’siniz, aradaki cami illet yalanlama, hüküm de helaktir.”240
Şu sebeplerden dolayı bu sözleri gerçekten tuhaftır:
* Helak hükmü kaderî bir meseledir. Burada haramlık, farzlık, mekruhluk ve bunun gibi şer’î hükümler nerede?
* Bunun illet kıyası olduğu varsayılsa, şöyle itiraz etmek mümkündür: Fertler veya cemaatler halinde bulunan kafirler görüyoruz. Onların hakkında bu yalanlama illeti gerçekleşmiştir. Lakin helak hükmü onlara uygulanmamıştır! Bilakis nimetler ve rızık içindedirler. Malları ve çocukları boldur. Beldeler hakkındaki hüküm, halklarını da kuşatır. Burada iki şeyden biriyle cevap vermek zorunludur:
- Ya helak hükmü mutlaka gerçekleşmiştir denilir ki, bunu diyen gerçeğe karşı inat etmiştir. çünkü kendisi de bunun batıl olduğunu bilir.
- Ya da illetinden dolayı bu hüküm zorunluluğu gerektirmez, cevazı ifade eder denilir.
O zaman biz de deriz ki; illetin mevcut olmasından dolayı, fer’de aslın hükmünün bulunmasını gerektirmeyen bütün illet kıyasları çelişkidir. Bunun itibar edilecek bir tarafı yoktur.
Sonra şöyle diyor: “Yine bundan dolayı Kur’ân’da bunun (kıyasın) medhi, zemmi, emri veya yasağı gelmemiştir. Zira bu (kıyas) sahih ve fasid diye taksim edilir.”241 Kıyastan bahsederken işte böyle diyor! Sonra da bu söylediklerine bütün açıklığıyla muhalefet ederek, kıyasın hücciyeti için: “İbret alın ey akıl sahipleri” ayetini delil getiriyor!242 Az önce Kur’ân’da kıyasın emredilmediğini söylerken, burada kıyasın emredildiğini iddia ediyor! Bu tehlikeli bir tökezlemedir!
Allah onu affetsin, sonra meşhur Muaz b. Cebel radıyallahu anh hadisini delil getiriyor. Halbuki bu rivayet isnad olarak zayıf, metin olarak münkerdir. Bunun zayıf oluşunu Buhari, Darekutni, İbn Hazm, el-Elbânî ve daha birçok uzman muhaddisler açıklamışlardır. Bu hadis Ebu Davud’un Sünen’inde Şu’be – Ebu Avn – el-Haris b. Amr – Mugira b. Şube’nin yeğeni – Muaz b. Cebel radıyallahu anh’ın ashabından Humus’lu bazı insanlar tarikiyle, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu... şeklinde gelir.243
Sonra diğer bir tarikle; Şube – Ebu Avn – el-Haris b. Amr – Muaz’ın ashabından bazı insanlar – Muaz radıyallahu anh isnadıyla rivayet eder.244
Tirmizi de bir rivayette Muaz radıyallahu anh’ı zikrederek, diğerinde zikretmeksizin rivayet eder ve sonra şöyle der: “Bu hadisi sadece bu tarikten biliyoruz. Bana göre isnadı muttasıl/kesintisiz değildir. Ebu Avn es-Sekafi’nin ismi Muhammed b. Ubeydillah’tır.”245
Görüldüğü gibi hadisin isnadında meçhul kimseler ve kopukluk vardır. Bu şiddetli bir zayıflıktır. Şeyh el-Elbânî rahimehullah, rivayet yolları, ravileri ve metni hakkında faydalı açıklamalar yapmış, önceki imamların bu rivayetin zayıf oluşuna dair hükümlerini zikretmiştir.246 Hadis ilimlerinden bir nasipleri olmayan mutaassıp fakihlerin bu hadisi sahih saymalarına da reddiye vermiştir.
El-Elbanî rahimehullah’ın zikrettiği şu rivayet hakkında uyarıda bulunmak gerekir: Ali b. el-Ca’d’ın, Şu’be’den rivayetinde o Ebu Avn’dan, o da el-Haris b. Amr’dan, o da Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabından, o da Muaz radıyallahu anh’den şeklinde gelmiştir. Sonra bunu İbn Abdilberr’e nispet etmiş ve şaz olduğuna hükmetmiştir.
Yani diğer rivayetlerde “Muaz’ın ashabı” şeklinde geçen ifade: “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı” şeklinde geçmektedir.
Denilir ki: bilakis bu asla mevcut değildir! Zira el-Cami’nin muhakkiki Ebu’l-İşbal ez-Zuheyrî, şöyle demiştir: “(ta) nüshasında “sahabe” diye zikredilirken, (elif) nüshasında “Muaz’ın ashabı” şeklinde geçmektedir. Doğrusu da budur. Şüphesiz bu ancak istinsah hatasıdır ve buna itibar edilmez. Böylece Ali b. el-Ca’d’ın rivayetinin de Şu’beden rivayet eden diğer ravilerin rivayetlerine uygundur. Allaha hamd olsun.”247
Bütün bu açıklamalardan sonra, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebi için münker ve zayıf rivayetlerle delil getirmeye nasıl müsaade edilebilir!! Halbuki ehl-i sünnet, hadisin sahihini sakiminden ayırmaya insanların en layık olanlarıdırlar! Onlar gerçek hadis ehlidir! Onlar, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sahih hadislerine insanların en çok ittiba edenleri, batılları ve bu haber gibi uydurmaları en çok terk edenleridirler. El-Ciyzanî, nasıl olur da el-Burhan’da, Muaz radıyallahu anh rivayeti hakkında: “Bu rivayet sahih kitaplarda geçer. Sahih oluşunda ittifak vardır. Tevile yol yoktur”(!!!)248 diyen Ebu’l-Meali el-Cuveynî gibi bir adamı örnek alabilir?!! Allah yardımcımız olsun.
239 Mealimu Usuli’l-Fıkh (s.187)
240 Mealimu Usuli’l-Fıkh (s.188)
241 Mealimu Usuli’l-Fıkh (s.191)
242 Mealimu Usuli’l-Fıkh (s.198)
243 Zayıf. Ebu Davud (3592)
244 Zayıf. Ebu Davud (3593)
245 Zayıf. Tirmizi (1327, 1328)
246 Daha fazla bilgi için bkz.: el-Elbani, ed-Daife (2/273 no:286)
247 Camiu Beyani’l-İlm (2/845, 1 nolu dipnot)
248 El-Burhan (2/505, mesele no:720)
Bazı Ayetleri Kıyasa Delil Getirme Yanlışı
İmam İbnu’l-Kayyım rahimehullah, kıyasa işaret eden ayetler zikretmiştir. Bu sözleri, kıyasçıların dili üzerinden naklederek şöyle demiştir:
“Allah Azze ve Celle’nin: “Kendi yaratılışını unutup bize misal veriyor ve diyor ki: “Çürümüş olduğu halde bu kemikleri kim diriltecek?" (Yasin 78) ayetinde, ölülerin öldükten sonra diriltilmeleri, yeryüzünün ölümünden sonra bitki bitirerek diriltilmesine kıyas vardır. (Burada şu ayete işaret etmiştir: “O'nun âyetlerinden biri de şudur: Sen, yeryüzünü kupkuru görürsün; üzerine su indirdiğimiz zaman da, toprak harekete geçer ve kabarır. işte, yeryüzüne böyle hayat veren, muhakkak ki ölüleri de diriltendir.” (Fussilet 39)
Yeniden yaratma, göklerle yerin yaratılmasına kıyas edilerek neticeye ulaşılmıştır. Bu da bir şeyin aynısı olan diğer şeyin hükmünü almasıdır”
Bu sözler, şu açılardan fasittir:
Birincisi: Kıyas ehlinin hüccet getirdikleri şey, naslarda hükmü belirtilen şeyin hükmünü, aralarındaki ortak illet sebebiyle, naslarda belirtilmeyen şeye vermektir. Kıyas ehline göre bu illetin nas ile gelmiş olması ile kendilerinin istinbat etmiş oldukları bir illet olması arasında fark yoktur. Bir şeye verilen hüküm; farz, haram, mubah, mustehap veya mekruh gibi hükümlerdir.
Bu, Allah Azze ve Celle’nin yaratma, öldürme, helak etme, hidayet etme vb. fiilleri hakkındaki hükümler değildir. Bu tür, fıkıhtaki kıyasın kaynaklarından değildir.
Mesela kıyas ehli, Allah Azze ve Celle’nin kafirleri, rasullerine isyan etmeleri sebebiyle kendilerinden önceki kafirlerin başlarına gelenlerle sakındırmasını delil getirmezler. Hiç kimse: “Hud kavminin fiilini işledikleri takdirde, Allah Azze ve Celle onlara akim bir rüzgar gönderecektir” dememiştir. Yine, Semud kavminin fiilini işledikleri takdirde Allah Azze ve Celle’nin onlara sayha gönderecektir demezler. Üzerinde konuşulan konu bu değildir. Kıyas ehlinin maksatları da bu değildir. Böyle bir istidlal, öne sürülen kayıtlara uymaz ve reddedilmiş, batıl bir iddiadır. O halde İbn Kayyım’ın kıyas ehlinden naklederek zikrettiği bu misalin, kıyas ehlinin delil getirdikleri şeyle alakası yoktur. Bu batıl bir istidlaldir. Hatta bunu delil getirmenin anlamı da yoktur.
Yine burada ne kıyas zikredilmiştir, ne kıyasın uygulanma şekli, ne şartları ve ne de emri! O halde kulun, emrolunmadığı bir şeyi kıyasla hükme kaynak edinmesi nasıl helal olur? Hatta şayet Allah Azze ve Celle, kıyasçıların şartlarına göre kıyas yapmış olsaydı bile, O Allah Azze ve Celle’dir, yapar, biz ise hükümler çıkarmak için kıyas yapamayız derdik. Çünkü Allah Azze ve Celle yaptıklarından sorulmaz, insanlar ise sorumludur!
Görmüyor musun, O bir şeye hükmeder, sonra bu sizin için hayırlı olandır der. Yani bu bize caizdir ve onun bizim için hayırlı olduğuna hükmederiz?
Onlardan biri itiraz eder ve şöyle diyebilir: “Bu, sizin inkar etmek istediğiniz kıyastır. Kulların rabbi, haramlığa kıyas yaptığı gibi, kulları da haramlığa kıyas yapar.”
Cevap olarak şöyle denilir: Birincisi: Bizim kastettiğimiz istidlal bu değildir. Buna rağmen itiraz ettiğiniz şey de kıyas değildir. Zira kulların hüküm vermesi, Allah Azze ve Celle’nin izin vermediği bir teşrî (din koyma)dır. Kulların kıyas yapmaları da, Allah Azze ve Celle’nin izin vermediği bir din koymadır. Allah Azze ve Celle’nin kıyası emrettiğine dair delil bulunmadığı sürece, Allah Azze ve Celle izin vermediği şeyi din kılmayı da haram kılmıştır. Kulların hükmü ve kıyasları haramdır. Zira her ikisi de Allah Azze ve Celle’nin izin vermediği bir teşridir.
İkincisi: Bizim delil getirdiğimiz şey şudur: Sizler Allah Azze ve Celle’nin yaptığı herşeyi yapmanın kulları için de caiz olduğunu zannediyorsunuz. İşte bu zannınıza uygun olarak da: “Allah Azze ve Celle kıyas yapmıştır, kulları da kıyas yapabilirler” demeye devam ediyorsunuz. Allah Azze ve Celle haram kıldıkça veya helal kıldıkça kulların da haram kılmaları ve helal kılmalarının caiz olduğunu söylersiniz. İşte bu da apaçık bir küfürdür! Akibetini görünce zannınız iptal olmuştur!
"Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hükmedenler kafirlerin ta kendileridir" ayetini, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in ve sahabelerinin açıklamalarına aykırı bir anlayışla ele alarak, bütün yöneticileri, hakimleri, belediye başkanlarını, muhtarları, hatta oy kullananları tekfir eden muasır haricilerin kıyası savunmaları bu bakımdan büyük bir tezattır! Çünkü tekfir ettikleri şahıslar belki küçük küfrü işlemektelerken, kendileri büyük küfür olan teşrî'yi/din koyma fiilini meşru görmektedirler!
Yine kıyasçıların Kur’ânda kıyasa işaret ettiğini düşündükleri ayet, kendilerinin aleyhlerine delil olmaktadır. Onlar: “Allah Azze ve Celle’nin ikinci diriltmesini, birinci diriltmesine kıyasladığını söylüyorlar. Böylece birinin hükmünü diğeri de alıyor. Onların bu sözleri, şu anlama gelir: “Şayet bu konuda Allah Azze ve Celle katından bir nas olmasaydı, bizler kıyas yoluyla yeniden diriltileceğimizi anlardık!” İşte bu Allah Azze ve Celle’ye iftiradır! Böylece bu ayeti kıyasa delil getirmeyi terk etmeleri farz olmuştur!
Şayet şöyle derlerse: “Bilakis, bu mümkündür. İbnu’l-Kayyım, “İkinci dirilişin, birinci dirilişe kıyaslanması, bunun mümkün olduğunu gösterir” demiştir.”
Cevap: Sizinle bu konuda tartışmayız. Biz ancak kıyas metodunun dinî bir hüküm çıkarmak için kaynak edinilmesine karşı çıkarız. Bu imkan, hükmün Allah Azze ve Celle katından olmasını gerektirmez. Bizler Allah Azze ve Celle’nin tıpkı arpayı arpaya karşı fazlalıkla satmayı haram kıldığı gibi, mercimeğin, mercimeğe karşı fazlalıkla satılmasını da haram kılmaya kâdir olduğunu inkar etmeyiz. Biz ancak Allah Azze ve Celle bize haram kılmadığını bildirdiği halde, bunun kıyas yoluyla haram kılınmasına karşı çıkarız.
Yine İbnu’l-Kayyım rahimehullah, kıyasçıların dili üzerinden, Allah Azze ve Celle’nin kitabında misaller vermesini zikreder. Burada da az önce söylediğimizi söyleriz. Zira Allah Azze ve Celle bize darbı mesel yapmamızı emretmemiştir. Bu, Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadisini rivayeti esnasında yapmadığı bir şeydir: “: ‘Ateşin değdiği her şeyden hatta peynir parçasından bile abdest lazım gelir.’ Bunun üzerine İbn Abbâs radıyallahu anhuma, ona şöyle dedi: “Ey Ebû Hureyre! (Yani şimdi) yağdan yersek abdest mi alacaz? Sıcak sudan içersek abdest mi alıcaz?” Bunun üzerine Ebû Hureyre radıyallahu anh, İbn Abbâs radıyallahu anhuma’ya şöyle dedi: “Ey kardeşimin oğlu! Eğer Rasûlüllâh sallallahu aleyhi ve sellem’den bir hadis işitirsen sakın ona darbı mesel yapma!’”249
İşte Ebu Hureyre radıyallahu anh, ancak Allah Azze ve Celle katından hüküm bildiren Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in hadisine darbı mesel yapmaktan sakındırmıştır! İbn Abbas radıyallahu anhuma da Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın yasakladığı şeyi reddedecek bir şey bulamamıştır. Her ikisi de büyük sahabelerdir ve Allah Azze ve Celle’nin hükümlerine misal getirmeyi uygun görmemişlerdir.
Yine İbnu’l-Kayyım rahimehullah, kıyasçıların bir şeyin hükmünü, aynısı olan başka şeye giydirmelerini zikreder.
Bir kilo buğdaya karşı iki kilo buğdayı fazlalıkla satmanın hükmü, iki kilo buğdayı bir kilo buğdaya karşı satmakla birdir. Ama mercimeği fazlalıkla satmak zorunlu olarak aynı hükümde değildir. Zira buğday başka bir şey, mercimek başka bir şeydir. İkisinin aynı olduğunu iddia eden büyüklenen bir inatçıdır.
Yine şöyle der: Kur’an’da zikredilen misaller, benzerleriyle hükümde aralarının eşitlenmesini gerektirir.
Bu doğrudur, Allah Azze ve Celle dilediğini yapar. Ancak bizler deriz ki: şayet Allah Azze ve Celle bize bir şeyin benzerinin hükmünü haber vermemişse hiçkimse bunun hükmünden haberdar olamaz. Bu da kıyası yıkar. Eğer: “Biz Allah Azze ve Celle’nin böyle hükmetmesinin mümkün olduğunu biliriz” derlerse, denilir ki: buna daha önce cevap verdik. Bizler sizinle, Allah Azze ve Celle’nin herşeye kadir olması hakkında tartışmıyoruz. Nitekim Kur’ân’da bir şey ile diğeri benzetilerek aralarındaki hükmün eşitlenmesine dair misaller vardır. Yine bir şey, diğerine benzediği halde hükümlerinin farklı oluşuna da misaller vardır.
Yine kıyas ehli, itibar ayetini de kıyasa delil getirmişlerdir. Bu ayet şudur:
“Kitap ehlinden inkâr edenleri kendi ülkelerinden ilk sürgünde çıkaran O'dur. Oysa siz (ey mü'minler), onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin, kendilerini Allah'ın cezasından koruyacağını zannediyorlardı. Fakat Allah'ın azabı hiç hesab etmedikleri bir yerden kendilerine gelmiş ve kalblerine bir korku salmıştır. Öyle ki evlerini kendi elleriyle, hem de mü'minlerin elleriyle tahrib etmişlerdir. Ey akıl sahipleri! Bundan ibret alın” (Haşr 2)
Diyorlar ki: Allah Teâlâ’nın: “ibret alın” sözü, “Kıyaslayın” demektir. Halbuki bu tefsiri şer’î naslar onaylamaz! Hatta Allah Azze ve Celle’nin bize hitap ettiği arap dili de onaylamaz.
Kısaca şöyle diyelim: Şayet “ibret alın” sözünün, “kıyaslayın” manasında olduğunu varsayarsak, durum burada mücmeldir, açık değildir. Ne Kur’an’da, ne sünnette, ne de icmada kıyasın açıklaması gelmemiştir!
249 Sahih. Tirmizî, (79); Ebû Dâvud, (1/194) İbn Mâce, (2/485).
Kıyası İptal Eden Delili Kıyasa Delil Getirenlerin Reddi
İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e bir kadın geldi ve şöyle dedi: “Annem hac yapmayı adadı, fakat hac yapamadan vefat etti. Ben onun yerine hac yapabilir miyim?” Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Evet, onun yerine hac yap, ne dersin, şayet annenin borcu olsaydı onu ödemez miydin?” kadın: “Evet” dedi. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “O halde bunu da öde. Zira Allah’ın hakkı yerine getirilmeye daha layıktır.” (Buhari 7315)
Kıyas ehli Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in burada kıyas yaptığını iddia etmişlerdir. Ancak iyi düşünülürse Nebî sallallahu aleyhi ve sellem kıyas yapmamış, ancak Allah Azze ve Celle’nin vahyiyle hükmetmiştir. Zira Allah Azze ve Celle: “...Ölenin vasîyyet ettiği miktarın çıkmasından ve borcun ödenmesinden sonra (bakiyye üzerinden)dir” (Nisa 11) buyurmuştur. Hakikatte kıyas ehli, fer’ hakkında nas olsa dahi, bu nasları kıyasın hüccet oluşuna delil getirmekten geri durmazlar. Halbuki onlar, fer’ hakkında nas bulunduğunu görmektedirler.
Burada açıkça görülmektedir ki Nebî sallallahu aleyhi ve sellem asla kıyas yapmamıştır. Elimizde iki hüküm vardır:
1- Allah’a olan borcun ödenmesi
2- İnsanlara olan borcun ödenmesi
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in hükmünün kıyas olabilmesi için kıyas ehlinin, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in nasıl istinbatta bulunduğunu açıklamaları gerekir. ya da Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, insana olan borcun hükmünü, Allah Azze ve Celle’ye olan borcun hükmüne nasıl istinbat ettiğini öğretmesi gerekirdi. Zira şayet bu, kıyas kaidelerini uygulayarak bir istinbat olsaydı, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in kıyas yaptığını söylememiz gerekirdi. Böyle bir durumda ise bu kıyas hatadan korunmuş olan Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in kıyası olurdu ve başkalarının kıyası ile bir görülemezdi.
Lakin bizler, bu istinbatın kıyas kaidelerine uymadığını görüyoruz! Bilakis bu hadis, kıyasın hüccet olması bir tarafa, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in kıyas yaptığını iddia edenlerin delilini de iptal etmektedir. Kıyas ehli ise bunun Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in bir kıyası olduğunu iddia ediyorlar. Onlara göre kıyas-ı evlâ için; asılda mevcut olan illetin, fer’de de daha kuvvetli bir şekilde bulunması gerekir.
Biz de deriz ki; Allah Azze ve Celle’nin borcunun ödenmeye daha layık olduğu belirtildiği için, herkes, insana olan borcun ödenmesinin vacip olduğu gibi, Allah’a olan borcun ödenmesinin de vacip olduğunu öğrenmiştir. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e Allah’a olan borcu soran kimsenin iki durumu vardır:
- Ya insana olan borcun ödenmesini vacip biliyordu
- Ya da borcu ödemeyi vacip bilmiyordu
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem soru soran kimsenin, insana olan borcun ödenmesinin vacip olduğunu bilip bilmediğini öğrenmek istedi. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem onun insana olan borcun ödenmesinin vacip olduğunu bildiğini görünce, ona diğer bir nas ile cevap verdi. İşte bu da Allah’a olan borcun ödenmesinin daha layık olmasıdır. Bu, soru soranın bilmediği nastır. Şayet bilseydi, cevabı da bilecekti. Bu illet değil, nastır! Allah’a olan borcun ödenmesini vacip kılan vasfı soran kimseye, “Allah’a olan borç ödenmeye daha layıktır” diye cevap vermemiz uygun değildir. Zira bizler ona Allah’a olan borcu ödemenin hükmünü söylemiş oluruz. Bu hükmün sebebi olan vasfı değil.
Şayet Nebî sallallahu aleyhi ve sellem kıyas yapmış olsaydı şöyle derdi: “Allah’a olan borcu ödemede çaba ve gayret var mı?” Soru soran: “Evet” derdi. Bunun üzerine Nebî sallallahu aleyhi ve sellem: “Görmez misin, bu çaba ve gayret insana olan borcun ödenmesinde de söz konusu” derdi. Böylece ikisi aynı hükümde olurdu.
Bu hadisin kıyasa delil getirilmesi batıldır. Hatta burada “Allah’a olan borcun ödenmesi daha layıktır” sözü bir nastır. Bu da kıyası iptal eden bir ifadedir. Çünkü fakir insan, mala muhtaçtır. Allah Azze ve Celle ise Ganî’dir, hiç kimseye muhtaç değildir. Şayet kıyas kaideleriyle, özellikle de “kıyas-ı evlâ” ile amel edecek olsaydık, insana olan borcun, Allah Azze ve Celle’ye olan borcun ödenmesinden daha layık olduğunu söylememiz gerekirdi. İşte bu kıyası iptal etmeye yeter.
Mazmaza Hadisinin Kıyasa Delil Getirilmesinin Reddi
İmam İbn Kayyım rahimehullah’ın kıyasın hucciyetine getirdiği delillerden birisi şu hadistir:
Cabir radıyallahu anh’den: Ömer b. el-Hattab radıyallahu anh dedi ki: “Ey Allah’ın rasulü! Bugün büyük bir iş yaptım. Oruçlu olduğum halde öptüm.” Nebî sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Oruçlu olduğun halde suyla mazmaza yapsan ne dersin?” Ömer radıyallahu anh: “Bunda sakınca yoktur” dedi. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem: “O halde?” buyurdu.
İbn Kayyım dedi ki: “Bu, benzerin hükmünün benzerine uygulanmasına delildir. Öpmek cimaya bir vesiledir. Ağza su alınması da içmeye vesiledir. Önceki orucu etkilemiyorsa, diğeri de etkilemez.”
İbn Kayyım’ın zikrettiği bu kıyas tek anlama geliyor, bu da benzetmedir. Öpmenin cimaya nispeti, mazmazanın içmeye nispetine benzetilmiştir. Yani diğer bir ifadeyle, öpme ve mazmazadan her biri, orucu bozan şeylerin mukaddimeleridir.
Meselenin karışmaması için şöyle diyelim: elimizde iki mesele var:
Birincisi: Eşini oruçlu iken öpen kimsenin hükmü
İkincisi: Oruçlu iken mazmaza yapan kimsenin hükmü
Ömer b. el-Hattab radıyallahu anh, yaptığı şeyin kaza mı, keffaret mi, yoksa tevbe mi gerektirdiğini bilmediği için sordu.
Asıl olan, bu iki fiilden hangisi olursa olsun buna ne kaza, ne keffaret ne de tevbe gerekir. Çünkü, mazmazada orucu etkileyecek sebep mevcut olmadığı gibi, öpmede de mevcut değildir. Şu halde Ömer radıyallahu anh esasında, eşini oruçlu iken öpmede herhangi bir hüküm gerektirmeyen sebebi bilmiyordu.
Şayet bu etkinin bulunmadığı anlaşıldıysa, biz de zorunlu olarak anlarız ki, eşini oruçlu iken öpene ne kaza, ne keffaret ve ne de tevbe gerekir. Bunu öğrenmek için kıyas yapmaya ihtiyaç yoktur. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem kime: “Terlemek orucu etkilemez” demiş? Bundan dolayı “Bana keffaret gerekir mi?” demek veya üzerine kıyas yapacak nas aramak mantıklı değildir.
Ama şayet orucu etkileyen sebebin bulunduğunu anlarsak, zorunlu olarak bunun sonucunu da öğrenmiş oluruz. İşte o zaman “Keffaret mi gerekir, kaza mı?” diye sorarız. Sanki Ömer radıyallahu anh: “Kişinin oruçlu iken eşini öpmesi, orucunu etkiler mi?” diye sormuş gibidir. İlk hükme göre, eşini öpen kimsenin orucunun etkilenmesine bağlıdır. Peki bu etki mevcut mudur?
Kıyas ehli diyor ki; Nebî sallallahu aleyhi ve sellem aslın hükmünü göstererek ikinci bir hüküm verdi, o da mazmaza yapanın orucunun etkilenmemesi hükmüdür.
Bunun üzerine diyorlar ki: “Etki, asılda mevcut değildir. Fer’de de mevcut değildir.”
Biz de deriz ki, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in sözünde kıyas ile delil getirme yoktur. Kıyas ehli ise: “Bilakis, bu söz kıyas ile delil getirmedir” diyorlar.
Onlara soruyoruz: “Mazmaza yapanın orucunun etkilenmemesinin sebebi olan illet nedir?”
Bazıları diyecekler ki: “Mazmaza orucu bozan bir şey olan içmenin mukaddimesidir.”
Biz de onlara deriz ki: “Bu açıklamaya bir yol yoktur. Aksi halde, biz her mukaddimede, mukaddimesi olduğu şeyin zıddı olan bir etki bulunduğunu öğrenmiş olurduk. Bu ise batıldır.
Mesela abdest alan kimse elini suya daldırdığı zaman, bu mazmazanın mukaddimesidir. Bununla beraber, eli suya daldırmada, mazamazanın oruca etkisinin zıddı olan bir hüküm yoktur. Bilakis ikisi aynı etki hükmündedir.
Yine görmez misin ki, cima, inzalin mukaddimesidir. Bununla beraber cimanın oruca etkisi ile inzalin oruca etkisi aynı hükümdedir.
Bu gösteriyor ki, mazmazanın içmeye mukaddime olması, orucu etkilememesinin sebebi değildir. Bunu kimse inkar edemez. Öyleyse aslı etkileyen nitelik bu olmadığına göre, asılda bulunmayan bu nitelik, fer’e nasıl uygulanabilir?
Bu istidlal, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in etkileyici olmayan bir niteliği fer’e uyguladığını iddia etmek anlamına gelir. Halbuki kıyas ehli, etkileyici olmayan niteliğin fer’e uygulandığı bütün kıyasların batıl olduğunu söylerler. Böylece bu istidlal de düşmüştür.
Bu, illet kıyasına delil getirilmişti ve istidlalleri düşmüş olduğuna göre bunu terk etmek zorundalar. Bunu, ancak kıyas-ı şebehe yani benzerlik kıyasına delil getirirler, ki İbn Kayyım rahimehullah’ın istidlalinden anlaşılan budur. O şöyle demiştir: “Şayet birbirinin aynı olan şeylerden birinin hükmü diğerinin de hükmü olmasaydı ve nefiy ve ispat olarak hükümlerde mana ve illetler etkileyici olmasaydı, bu benzetmeyi zikretmenin anlamı olmazdı.” Böylece benzerin hükmünü, benzere uygulamaya ve öpmenin cimaya vesile olmasının tıpkı ağza su almanın içmeye vesile olması gibi olduğuna delil getirmiş, bu oruca zarar vermiyorsa, diğeri de oruca zarar vermez demiştir.
İbnu’l-Kayyım, öpmenin cimaya nispetle bir vesile olmasını, ağza su almanın, içmeye nispetle bir vesile olmasına benzetmiştir. Az önce ağza su almanın, içmeye mukaddime olmasının, hükmü etkileyici sebep sayılması iddiasının batıl olduğunu açıklamıştık. Dolayısıyla burada etkileyici nitelik mevcut değildir, sadece benzerlik vardır. Böyle bir kıyası yani kıyas-ı şebeh/benzerlik kıyasını İbnu’l-Kayyım rahimehullah iptal ederek şöyle demiştir: “Kıyas-ı şebeh/benzerlik kıyasını Allah Teâlâ ancak batıl ehlinin işi olarak nakletmiştir.”
Yusuf aleyhi's-selâm’ın kardeşleri hakkında getirilen benzetmeyi zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Bu, boş bir benzetme ve eşitlemeyi gerektiren illetten yoksun bir şeklî kıyastır. Bu kıyas fasittir.”250
Yine şöyle der: “Özetle bu kıyas türü Kur’ân’da ancak reddedilmiş ve kınanmış olarak gelmiştir.”
Peki Nebî sallallahu aleyhi ve sellem – hâşâ – batıl ehlinden midir ki kıyas-ı şebeh yapsın? Böylece bu istidlal de düşmüştür! Dolayısıyla Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in kıyas yaptığı iddiası da batıldır.
O halde Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem neden mazmaza yapanı misal verdi?
Cevabı basit. Ömer radıyallahu anh eşini öpmesinin, cima ile aynı hükümde olduğunu zannetmişti. Ömer radıyallahu anh bunu, öpmeyi cimaya kıyas ederek söylemedi. Zira şayet kıyas yapsaydı, bunu sormazdı. Peki Ömer radıyallahu anh neden böyle zannetti? Bu, kıyas ehlinin kaçtıkları sorudur. Ömer radıyallahu anh, cimanın mukaddimesi olan öpmenin, cima ile aynı hükümde olmasını mümkün zannetti. Veya Nebî sallallahu aleyhi ve sellem Ömer radıyallahu anh’ın bu zannını anladı ve bu zannı iptal etti. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bir misal vererek: “Mazmaza yapmış olsan ne dersin?” dedi ve bu kaideyi yıktı. Mazmaza içmenin mukaddimesi olmasına rağmen, orucu bozan bir etki bulunmadığı için, içme ile aynı hükümde değildir. Böylece “bir şeyin mukaddimesi olan şey, mukaddimesi olduğu şeyin hükmünü alır” kaidesi iptal oldu. Alemlerin rabbi olan Allah’a hamd olsun.
250 İ’lamu’l-Muvakkiin (1/148)
Ebu Muaz Seyfullah el-Çubukâbâdî "BİZDEN OLMAYANLAR" Şerhi'nin - Ses Kayıtları 01 - 67
Sadaka Hadisinin Kıyasa Delil Getirilmesinin Reddi
İmam İbnu’l-Kayyım rahimehullah’ın İ’lamu’l-Muvakkiin’de kıyasın hüccet oluşuna getirilen delillere dair zikrettiği hadislerden birisi, Muslim’in rivayet ettiği şu hadistir: “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabından bazı insanlar, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in: “...Eşinizle cima etmeniz de bir sadakadır” sözünü duyunca dediler ki: “Ey Allah’ın rasulü! Birimiz şehvetini giderdiğinde de mi ecir kazanıyor?” Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Ne dersiniz, şayet bunu haram yoldan giderseydi bu günah olmaz mıydı? İşte helal yoldan gidermesi de ecir kazandırır”251
İmam İbnu’l-Kayyım rahimehullah diyor ki: “İşte bu kıyasu’l-aksi’l- celî’dir. Bu illetin zıddının sabit olmasıyla, aslın hükmünün fer’e uygulanmasının ispatıdır.”
Kıyasçılara göre burada aslın hükmü: günah, aslın illeti: haram ilişki, fer’in illeti: helal ilişkidir. Böylece fer’in hükmü de: ecir olmaktadır. Lakin şu sebeplerden dolayı hakikatte bu hadiste kıyasçıların uygulamakta oldukları bir kıyas yoktur:
Birincisi: Kıyasçıların kıyaslarında istinbat ettikleri illet, helal işlemek veya haram işlemek değildir. Veya haramı terk ya da farzı yerine getirmek de değildir. Kıyasçılardan hiçbiri şunları dememiştir: “Mercimeğin fazlalıkla satışının haram olmasının illeti, onun haram bir şekilde satışıdır. İllet, arpayı fazlalıkla satan kimsede mevcuttur. Öyleyse mercimeğin fazlalıkla satışının hükmü de, arpanın fazlalıkla satışının hükmüyle aynıdır.”
Şayet müslüman, mercimeğin fazlalıkla satışının, haram bir satış şekli olduğunu anlarsa, bu satışında haram olduğunda tereddüt etmez.
Müslümanın, kendisine haram olan kadınla ilişki kurması, müslümanların üzerinde çekiştikleri bir illet olmaya uygun değildir. İki müslüman, haram olan bir kadınla ilişkide bulunmanın günah oluşunda ihtilaf etmez. Bu, kıyasçılarla, kıyası reddedenlerin çekiştikleri husus değildir.
Müslümanın, kendisine helal olan kadınla ilişkisi de, müslümanların üzerinde çekişecekleri bir illet olmaya uygun değildir. İki müslüman, kişinin kendisine helal olan eşiyle ilişkisinin caiz oluşunda ihtilaf etmez. Öyleyse Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, kıyasçıların kullandıkları istidlali kullanmamıştır. Hepimiz biliriz ki, kişinin kendi eşiyle ilişkisi caizdir. Allah Azze ve Celle dilerse bundan dolayı ecir yazar.
İkincisi: Hadiste Nebî sallallahu aleyhi ve sellem kıyasçıların istidlalini kullanmış değildir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem onlara şöyle dememiştir: “Ne dersiniz, şayet haram ilişkiye girse bu kendisine günah olmaz mıydı?” Onlar da: “Evet” deyince: “O zaman bunu helal yoldan gidermesinin hükmünü nasıl anlamazsınız?” Evet, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem böyle dememiştir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, haram ilişkinin hükmünü, helal ilişkinin hükmünü bilmeye bir sebep kılmamıştır.
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şunu kastetti: “Şunu yapan günah kazandığı gibi, şunu yapan da ecir kazanır.”
Öyleyse Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in kıyasçıların istidlal metodunu kullandığı iddiası zandan ibarettir.
Üçüncüsü: Kıyasçıların bu hadisi, kıyasın hüccet olmasına delil getirmeleri, kıyasın hücciyetini zayıflatmaktadır. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabından olan insanlar, zina edenin günaha girdiğini biliyorlardı ve helal ilişkiden ecir kazanıldığını öğrenmek için kıyasçıların metodunu kullanmadılar! İşte bu kıyasçıların istidlalini zayıflatmaktadır. Hadiste bu durum açıktır. Şurası kesindir ki, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı kıyasçıların istidlal metodunu kullanmıyorlardı. Dolayısıyla bu hadisin kıyasın hüccet oluşuna delil getirilmesi, bizzat kıyasın hüccet olduğu görüşünü zayıflatmaktadır. Hatta şayet bir kimse bu hadisi kıyasın hüccet olmadığına delil getirse, bu mümkündür.
Çünkü müslümanın kendi eşiyle ilişkiye girmesi ya mubah, ya farz, ya da mustehaptır. Mubah olması halinde, bunu işleyen ecir kazanmaz. İbn Hazm’ın dediği gibi, mubah: bir şeyi yapmakla terk etmenin eşit olması, bundan dolayı sevabın da cezanın da gerekmemesidir.
Bu hadiste ise ecrin ispatı vardır. O zaman bunu işleyen, usulcülerin tarifine göre mubah işlemiş olamaz.
Farz olması halinde; farz; terk edenin kınandığı ve işleyenin ecir aldığı bir fiildir. Mustehap olması halinde ise, işleyenin ecir aldığı, terk edenin ne günah ne de ecir kazandığı fiildir.
İmam Nevevi rahimehullah bu hadisin şerhinde şöyle der: “Burada mubahların, niyetlere göre taate dönüşeceğine delil vardır.” İki müslüman, cimanın her zaman farz olmadığı hususunda ihtilaf etmezler. Şayet müslümanın kendi eşiyle cima etmesinin farz olmadığı bir anda bulunursak, o müslümanın kendisine haram olan kadınla ilişkiyle girmeyi terk etmesi ecir kazandırır. Eğer kendi eşiyle cimayı terk ederse günah işlemiş olmaz. Şayet aslın hükmünün zıddını, fer’ için ispat söz konusu olsaydı, burada illetin zıddı olan: “günah işlemiş” olmanın sözkonusu olması gerekirdi!
Zina etmediği zaman ecir kazandığına göre ve kişinin kendi eşiyle cima etmediği zaman günahkar olmadığına göre, aslın hükmünün zıddı nerede?
Şayet bir kimse bu istidlal ile delil getirmek istese şöyle demeliydi: “Namazı vaktinde kılmak failine ecir kazandırır, bu da kendisine helal olmayan kadınla ilişkiye giren kimsenin zıddıdır. Birincisini yapmak farz, ikincisi ise haramdır.” Yine şöyle demeliydi: “Namazı vaktinde kılmayı terk eden günah kazanır, bu da kendisine helal olmayan kadınla ilişkiyi terk edenin zıddıdır. Birincisini terk etmek haram, ikincisini terk etmek farzdır” Demek ki, bu istidlal uygun değildir. Kıyas ehli ise illet olarak bu sıfatı kıyaslarında zikretmezler!
Yine hadisten anladıkları bu istidlal ile delil getirenlere şöyle denir: Ebu Hureyre radıyallahu anh’den rivayet ediyor: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Sizden birinin ateş koru üzerine oturarak elbisesini yakması ve bunun cildine ulaşması, kendisi için bir kabir üzerine oturmasından iyidir.”252
Yine Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Kabirler üzerine oturmayın ve onlara doğru namaz kılmayın”253
Kabir üzerine oturmak haramdır ve günah kazandırır. Sandalyeye veya yere oturmak ise helaldir ve ecir kazandırmaz! Kıyasçıların istidlaline göre sandalyeye oturmasından dolayı ecir uman olabilir mi? Şayet Nebî sallallahu aleyhi ve sellem kıyasçıların hadisten anladığı manayı murad etseydi, elbette sandalyeye veya yere oturmak, failine ecir kazandırırdı! Alemlerin rabbine hamd olsun.
251 Sahih. Muslim (1006)
252 Sahih. Ebu Davud (3228)
253 Sahih. Ebu Davud (3229)
İki Alametten Birinin Diğerine Delil Getirilmesi Kıyas mıdır?
İbnu’l-Kayyım rahimehullah, kıyasçıların, istidlal türlerinden biri olarak şöyle zikretmiştir: İki alametten birini diğerine delil getirmek, birbirinin aynısı olan iki şeyin hükmünü eşitlemektir. Buna, yakma ve dumanı örnek vermişlerdir. Her iki alamet de birbirlerine delalet ederler. Bu da birbirinin aynı olan iki şeyi eşitlemektir.
İbnu’l-Kayyım’ın sözlerinden anlaşılan şu ki, bir etkinin varlığı, diğer etkinin varlığına delalet eder. Her ikisinin de tek şeye alamet oluşu, birbirinin aynı olan iki şeyin hükmünün eşitlenmesidir.
Bu yanlış bir düşüncedir. Şöyle ki: Kıyasçıların savundukları şey: birbirinden farklı iki şeyin, aralarında ortak bir illet bulunması sebebiyle birinin hükmünü, diğerine uygulamaktır.
İbn Kayyım’ın burada zikrettiği şey ise, aynı hükümde olan iki fiilin, alametlerinin aynı neticeyi vermesidir. Sarhoş edici içki içmenin haram olduğuna dair nas vardır. Kıyas ehli, içki içmenin nasıl içki içme cezası hükmüne kıyaslandığını araştırmazlar. Onlar ancak şarap içmenin nasıl başka içki içmeye kıyaslanacağını araştırırlar.
Mercimeğin hükmünü araştırdığımızda, bunun yenilmesinin hükmünü mü, yoksa fazlalıkla satışının hükmünü mü araştırdığımızı açıklamamız gerekir.
Yakmak, bir şey üzerinde ateşin alametini bırakır. O zaman yakmanın hükmünü ve bu alametin mevcut olup olmadığını araştırırız. Bir şey ateşten etkilenmişse, yanmanın mevcut olduğunu söyleriz. Duman da ateşin diğer bir alametidir. Ateşin alameti duman şeklinde de olabilir. Her ikisi de ateşin alametidir. Ateş ve duman aynı hükümdedir. Bazıları bunu kıyas zanneder. İbnu’l-Kayyım’ın zikrettiği bu misalde akıl sahiplerinden iki kişi dahi ihtilaf etmez. Bunu kimse söylememiştir. Ancak Allah Azze ve Celle’nin sadece ateşi yakıcı ve duman çıkarıcı kıldığını bildiğimize göre, bir şeyin yanmış olduğunu gördüğümüzde onun üzerinde ateş olduğunu anlarız. Ateş devam ettikçe ondan duman da çıkar.
Şayet Allah Azze ve Celle bir şeyi ateşin etkisiyle dondurmayı dileseydi, donma ile yanmanın aynı şey olduğunu söyleyeceklerdi. Bundan kolay ne var! Yine bunun da kıyas olduğunu söylemeyiz.
Şayet bizim için orucu bozulan herkesin üzerine altmış gün keffaret gerekeceğine dair bir nas olsaydı ve orucu bozulan herkesin üzerine bir gün kaza gerektiğine dair başka bir nas olsaydı, bir kimsenin keffaret olarak altmış gün oruç tuttuğunu gördüğümüzde, kesin olarak anlardık ki, ona bir gün de kaza gerekir. Bunun zıddı da sahihtir. Bu kıyas değildir. Kıyas ancak şudur: Allah Azze ve Celle, Ramazan ayında eşiyle cima edene altmış gün keffareti vacip kılmıştır. Sonra cima eden kimseye kaza gerekip gerekmediğinin hükmüne değil, Ramazanda yiyen, gıybet eden veya bunun dışında herhangi bir günah işleyenin keffaretinin hükmüne bakılır.
Nitekim bazıları, Ramazan ayında yemek yiyerek orucunu bozanın hükmünü, cima edene keffaret gerekmesi hükmüne kıyaslayarak, “neticede ikisi de orucu bozmaktadır, öyleyse yiyerek oruç bozan da; keffaret olarak altmış gün tutar” derler. Lakin Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, cima ile oruç bozana keffaret emrettiği halde, yeme veya içme ile oruç bozana keffaret emrettiği nakledilmemiştir. Şüphesiz din kamildir. Şayet yiyerek oruç bozmaktan dolayı keffaret gerekseydi, tıpkı cimadan dolayı keffaret gerektiğinin açıklandığı gibi, bunun da açıklanması gerekirdi. Çünkü ramazanda cimadan sakınmak, yeme ve içmeden sakınmaktan daha kolaydır. Kıyasçıların kaidelerine göre dahi böyle bir kıyas batıldır. Çünkü asıl ile fer arasında eşitlik yoktur. Cima başka şey, yeme ve içme başka bir şeydir. Nitekim bu kıyasın batıl oluşunu ispat eden rivayet de gelmiştir ancak, bu konuyu değerlendirmenin yeri burası değildir.
Ama İbnu’l-Kayyım rahimehullah’ın zikrettiği şekil şunları gerektirir:
Ateşin kitabın yanmasına sebep olduğunu biliriz. Bu şahit olunan bir şeydir ve sanki nas gibidir. Sonra başka bir şahıs gelir, hayatında demirin yandığına şahit olmamıştır ve “ateş demir üzerinde yanma tesiri yapar mı?” diye sorar. Kıyas ile: “yanar” deriz. Ama kıyas yapmazsak: Allah Azze ve Celle’nin ateşin tutuşturduğu herşeyi yanıcı kıldığını ispat etmemiz gerekir. Eğer demir üzerinde ateş tutuşturduğumuzda yanarsa, anlarız ki Allah Azze ve Celle bunu dilemiştir. Şayet başka bir şey dilemişse o olur. İşte bu nassa tabi olmak ve kıyası inkar etmektir.
Cinslerin Eşitliği ve Kıyas İle Alakası
İbnu’l-Kayyım rahimehullah, kıyasçıların dillerinden, onların her zaman şöyle dediklerini naklediyor: “Allah insanların fıtratlarını ve akıllarını birbirinin aynı olan iki şeyin arasını eşitlemek, bu ikisinin ayrılmasına karşı çıkmak, birbirinden farklı olan iki şeyi farklı görmek ve bu ikisini birleştirmeye karşı çıkmak üzere odaklamıştır.”
Bu, batıl oluşunda şüphe bulunmayan bir batıldır. Bunu diyenlere şöyle denir: “Birbirinin aynı olan iki şey nedir?” Şayet: “Aynı cinsten olan bir şey ile başka bir şeydir” derlerse, onlara şöyle denir: “Aynı cinsten olan bir şey ile diğer şeyi eşitlemeye karşı çıkılmaz. Mesela buğday, buğdayın hükmündedir. Mercimek, mercimeğin hükmündedir.” Lakin onların kasttettikleri bu değildir.
Şayet: “Bu, aynı cinsten olmasa da bir şeyin benzeri olan başka bir şeyle eşitlenmesidir” derlerse, onlara: “Bunun, diğerinin benzeri olduğunu nereden bildiniz?” denilir. Diyecekler ki: “Nas ile belirtilen hükümde etkileyici olan sıfatı, hakkında sükut edilen şeyde mevcut bulduk” Onlara denilir ki: “Size Allah’ın birbirinin benzeri olan şeyler arasını ayırmasını açıklayacağız:
Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Allah'ın gökten bir su indirdiğini görmüyor musun? Biz o su ile renkleri muhtelif meyveler çıkarmış, dağlarda da beyaz, kırmızı, simsiyah, renkleri muhtelif yollar yapmışızdır.” (Fâtır 27)
Bütün meyveler tek sudan yaratılmıştır. Kur’an, suyun eserde etkileyici olarak mevcut olduğunu bildirmiştir. Ancak Allah Azze ve Celle’nin kudreti, birbirine – aynı sudan sulanmaları bakımından - benzeyen şeyler arasında farklı hükümler belirlemiştir. Onlardan bazısını sarı, diğerini kırmızı renkte kılmış, bazısını yeşil, diğerini beyaz renkte kılmıştır. Hata bundan dolayı birinin yenmesini helal, diğerinin yenmesini haram kılmıştır.
Bu misal bize, varlıklar arasındaki benzerliklerin, hükümlerde eşitliği gerektirmediğini gösteriyor.
Eğer birisi: “İlk zikrettiğin örnekteki benzetme hükümlerde eşitliği gerektirmez” derse, ona denilir ki: “Bunun, sizin kabul ettiğiniz bir benzetme olduğunu açıklayacağız. Bu, İbnu’l-Kayyım rahimehullah’ın zikrettiği benzetmedir.
İbnu’l-Kayyım şöyle der: “İkinci dirilişin, birinci dirilişe kıyaslanması, imkanı gösterir. Birinci diriliş asıl, ikinci diriliş fer’dir.”
Derim ki: Buna daha önce cevap vermiştim. İbn Hazm, sizin kabul ettiğiniz benzetmenin hükümlerde eşitlemeyi gerektirmediğini açıklar.
İbn Hazm, el-İhkam’da şöyle der: “Şayet Allah Teâlâ’nın kemikleri ilk diriltmesi, ikinci diriltmesini gerektirdeysi, zorunlu olarak, birincisinin fani olması gibi, ikincisinin de fani olması gerekirdi. Ancak ikinci dirilişten sonra fani olmayacaktır. Müslümanlardan hiçkimse ikinci dirilişten sonra fani olunacağını söylememiştir. Ancak sadece Cehm b. Safvan buna muhalefet etmiştir. Şayet öyle olsaydı, birincisinde dünyada yaratıldıkları gibi, ikincisinde de dünyaya iade edilmeleri gerekirdi. Bu açık bir küfürdür. Bunu ancak reenkarnasyona inanan kafirler söyler.” İbn Hazm’dan nakil bitti.
Derim ki: kıyas ehline göre iki diriliş birbirine benzemektedir. Lakin birincinin hükmü fani olmak, ikincisinin hükmü ise ebedîliktir. Birincisinin hükmü dünyada diriliş, ikincisinin hükmü ahirette diriliştir. İkinci dirilişten sonra da fani olunacağını söyleyen ve: “Delilin nedir?” denildiğinde: “İlk dirilişten sonra fani olduk, buna kıyasla ikinci dirilişten sonra da fani oluruz” diyen akıl sahibi değildir.
Böylece Allah Azze ve Celle’nin birbirinin benzeri olan iki şeyin hükmünü eşit kılmasının da, hükümlerini farklı kılmasının da mümkün olduğu ortaya çıkmıştır.
Sonra İbnu’l-Kayyım şöyle diyor: “Ölülerin, öldükten sonra dirilmeleri, yeryüzünün ölümünden sonra bitkilerle diriltilmesine kıyaslanmıştır.”
Kıyas ehli, ölülerin, öldükten sonra dirilmeleri ile yeryüzünün ölümünden sonra dirilmesini birbirine benzeyen iki şey olarak görüyorlar. İbn Hazm, bu iki şeyin hükmünü Allah Azze ve Celle’nin eşit kılmadığını açıklamıştır.
İbn Hazm, el-İhkâm’da şöyle der: “Şayet bu bir kıyas olsaydı, bütün bitkilerde olduğu gibi, Allah Teâlâ’nın her sene baharın başında ölüleri diriltmesi ve her kışın başında da öldürmesi gerekirdi.” İbn Hazm’dan nakil bitti.
Ölülerin, ölümden sonra dirilmeleri ile yeryüzünün ölümünden sonra dirilmesi arasındaki benzerlik, Allah Azze ve Celle’nin bu ikisini farklı hükümlerde kılmasına mani değildir. Böylece: “Allah insanların fıtratlarını ve akıllarını birbirinin aynı olan iki şeyin arasını eşitlemek ve bu ikisinin ayrılmasına karşı çıkmak üzere odaklamıştır” sözü iptal olmuştur.
Allah Azze ve Celle’nin; fıtratları birbirinden farklı olan şeyleri ayırmak ve bu ikisinin birleştirilmesine karşı çıkmak üzere odakladığı sözüne gelince, şüphe yok ki, bir şey, ondan başka olan şey ile aynı değildir. Ama bir şeyin hükmü ve başka bir şeyin hükmü, bazen farklı olur, bazen de aynı olur.
Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “İki deniz bir değildir: Biri, suyu tatlı, doyurucu ve içimi kolaydır; diğeri tuzlu ve acıdır. Fakat siz herbirinden de taze bir et yersiniz ve takınacağınız kolyelik süs eşyası çıkarırsınız.” (Fâtır 12)
İki denizden biri tatlı, diğeri acıdır. Lakin her ikisinden de taze etler yenir ve süs eşyası çıkarılır. Denizlerin tatlarının farklı olması, onlardan çıkan et ve süs eşyalarının hükmünün eşit olmasına mani olmamıştır.
Bu da gösteriyor ki, iki şeyde bundan daha fazla zıtlık da bulunsa, hükümlerinde farklılığı gerektirmez.
Şayet birisi: “İkinci örnekte zikrettiğiniz şey, birbirinden farklı iki şeyin ayrılmasını gerektiren ihtilaf değildir” derse, ona şöyle denilir: “Bunun sizin birbirinden farklı iki şey olduğunu kabul ettiğiniz türden olduğunu açıklayacağız:
İbnu’l-Kayyım şöyle der: “Nitekim Allah Teâlâ, hükmü ve hikmetiyle, birbirinden farklı olan iki şeyi hükümde eşitlemeyi nefyetmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Müslümanları o günahkârlarla bir mi tutacağız” (Kalem 35)
Derim ki: Günahkar olmayan Müslümanı Allah Azze ve Celle, karşılıkta eşit kılmamıştır. Bu ancak ahiret yurdunda olur. Bu inkar edilemez. Lakin Allah Azze ve Celle bu ikisini ahiret yurdunda ve dünyadaki birçok şeyde eşit kılmadığı gibi, yaratılışta eşit kılmıştır. Yaratılış bakımından günahkar ile müslüman arasında farklılık yoktur. Mürted, dinden çıktığı anda gözleri alınmaz, azaları eksilmez. Müslüman bu bakımdan, günahkardan farklı değildir. Bir müslümanın yüzünü insanlar güzel bulmaz, yine bir günahkarın da yüzü çirkin görülebilir. Güzel yüzlü müslüman olduğu gibi, güzel yüzlü günahkar da vardır. Sıhhat bakımından müslüman ile günahkar eşit olabilir. Geçim bakımından da eşit olabilirler. Müslüman zengin olabildiği gibi, günahkar da zengin olabilir. Bunun aksi de böyledir. Peki bu durumlarda Allah Azze ve Celle, bu ikisini birbirinden farklı kılmış mıdır? Bu şahit olunan bir gerçektir ve inatçıdan başkası inkar etmez. Bütün bunlar, dünyada olan şeylerdir ve kıyasçılara göre kıyasın icra edildiği dünyadır. Ahiret yurdu değildir. O halde Allah Azze ve Celle’nin dünyada müslüman ile günahkarı farklı kıldığı şey nedir? Buna karşılık, ahirette şarap ile süt hükümde birdir. Çünkü şarap, dünyada haramdır. Süt, dünyada helaldir. Bu iki şey birbirinden farklıdır. Ancak Allah Azze ve Celle ahirette ikisinin hükmünü kullarının içmeleri için bir kılmıştır!
Böylece dinin, birbirinin benzeri olan şeylerin hükmünü eşitlediği ve birbirinden faklı olan şeylerin hükmünü ayırdığı iddiasının batıl olduğuna dair hüccet ikame olmuştur. Hamd ve minnet Allah’adır.
Muayyenin, Umuma Delil Getirilmesi ve Kıyas
İbnu’l-Kayyım, kıyasçıların dili üzerinden şöyle nakleder: “Muayyen’in (belirli bir şeyin) umum olana (genele) delil getirilmesi, ancak birbirinin benzeri olan iki şeyin eşitlenmesiyle tamam olur.”
Derim ki: Eğer Allah Azze ve Celle, birbirine benzeyen iki şeyin aynı hükümde olduğunu nas ile belirtmişse, buna kimse karşı çıkamaz.
Muayyenin umum olana delil getirilmesinin ise iki açısı vardır:
Birincisi: Burada muayyen, mükellef midir? Eğer şeriat koyucu tek bir şahsa hitap ediyorsa, bu hitabın bütün insanları kapsadığına delil getirebilir miyiz?
İkincisi: Burada muayyen, üzerine fiilin hükmünün işlediği bir şey midir? Şeriat koyucu muayyen bir şey yapmanın hükmünü açıklarsa, bunu muayyen olan o şeyin umumuna da delil getirebilir miyiz?
Her iki açıda da kıyasa asla bir yol yoktur. Birinci açıya gelince: Tek bir mükellef kulun hükmü, delil tahsis etmedikçe bütün mükelleflerin de hükmüdür. Buna kıyas delil getirilemez.
İbn Hazm, el-İhkam’da şöyle der: “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, kendi asrında hayatta olan insan ve cinlere gönderildiği gibi, kendisinden sonra kıyamete kadar doğacak olanlara da gönderilmiştir. Allah Teâlâ’nın kıyamet gününe kadar yaratacağı herkes ve heryer için de hüküm vermiştir. Bu konuda ümmetin, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e ulaşan kesin icmaı sahih ve dinin kıyamete kadar devam edeceğine dair zikrettiğimiz naslar sabit olduğundan, bütün insanları ve cinleri bağlayıcıdır. Hislerle zorunlu olarak anlarız ki, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in kendisinden sonrakilere şahit olmasına imkan yoktur. Onun türlerden bir şeyi emretmiş olması, o türün tamamını emretmiş olması demektir. Dinde, tek bir şeye veya tek bir kavme has olan şeyleri Nebî sallallahu aleyhi ve sellem nas ile beyan etmiştir. Bu, tahsis/özel kılma olarak bilinir.” İbn Hazm’dan nakil bitti.
Bundan dolayı Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Benim bir kadına sözüm, yüz kadına sözümle birdir.”
Hiçkimse Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in bir kadına sözünün, sadece yüz kadını bağladığını söyleyemez. Bilakis bu, delil has kılmadığı sürece, dünyadaki bütün kadınları bağlar. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in hadiste “yüz kadın” demesi, hitabın kendisine yönlendirildiği her yüz kadından birine söylenen sözün, diğerlerini de kapsadığına delalet eder. Böylece bütün dünya kadınlarını kapsar.
Yine Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Biz seni, ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik” (Sebe 28) Bu ayetten, Allah Azze ve Celle’nin gönderdiği risaletin bütün insanları kapsadığını ve Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in hevasından konuşmadığını öğreniyoruz. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “O asla hevasından konuşmaz. Söyledikleri kendisine vahyedilen vahiyden başkası değildir.” (Necm 3-4) Demek ki Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bir kişiye hitap ettiği zaman, Allah Teâlâ’nın dini ve risaleti ile hitap etmektedir. Ve bunda asıl olan, din ve risaletin bütün insanları kuşatmasıdır.
Yine Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Bu Kur'an, sizi ve ulaştığı kimseleri, kendisiyle uyarmam için bana vahyolunmuştur.” (En’am 19) Bizler, “Sizi uyarmam için” sözündeki muhataplara dahil değiliz. Lakin, “ulaştığı kimseler” sözüyle kastedilenleriz.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sözü de böyledir: “Size birşeyi yasakladığımda ondan uzaklaşın. Bir şey emrettiğimde de gücünüz yettiği kadar onu yerine getirin.” Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hitabı bütün müslümanlaradır. Bunun delili Allah Azze ve Celle’nin şu ayetidir: “De ki: Ey insanlar! Ben Allah’ın hepinize gönderdiği rasulüyüm.” Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bir şey emrettiğinde veya yasakladığında, bu hitaba bizler de dahil oluruz.
İkinci açıya gelince: Burada da kıyasçıların kıyaslarında kullandıkları kıyas söz konusu değildir. İbn Hazm’ın yukarıda nakledilen açıklaması gayet açıktır. Bunu kimse inkar edemez. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, türlerden birini emrettiği zaman, bu emir o türün tamamını kapsar. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem buğdayın fazlalıkla satışını haram kıldığında, dünyada bulunan bütün buğdayların fazlalıkla satışı haram kılınmış demektir. Zira hepsi buğday ismine dahildir. Aksi halde şeriat iptal olurdu. Bunun delili açıktır. Muayyeni, umuma delil getirmeye ihtiyaç yoktur. Bunun delili, az önce zikredilen: “Sizi bir şeyden yasakladığımda ondan uzaklaşın, bir şeyi emrettiğimde de gücünüz yettiği kadarıyla onu yerine getirin” hadisi buna açıkça delalet etmektedir. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bize bir şeyi yasakladığında ondan uzak durmamızı emretmiştir. Bir şeyi emrettiğinde de gücümüz yettiğince onu yerine getirmemizi emretmiştir. Bizi buğdayı fazlalıkla satmaktan yasakladığına göre, onu fazlalıkla satmaktan uzaklaşmamız gerekir. Buğday hakkındaki bu yasak, başka bir şeye geçmez.
Sonra İbnu’l-Kayyım, bunun misallerini zikreder. Bunlardan birisi şu ayettir: “Şimdi sizin kâfirleriniz, bu saydıklarımızdan daha mı hayırlıdır; yoksa kitaplarda, sizi azâbtan kurtaran bir ayrıcalığınız mı vardır?” (Kamer 43)
Daha önce kıyasçıların helal, haram, mubah gibi hükümlerde kullandıkları kıyasın, insanların öldürülmesi, diriltilmesi, azaplandırılması ve yeryüzüne zelzele verilmesi gibi hükümlerle alakalı olmadığını söylemiştik.
Ayete gelince, burada kesinlikle kıyasa bir yol yoktur. Kafirler Allah Azze ve Celle’nin azabında emin olup, kendilerinin azabı def edebileceklerini zannettiklerinde, Allah Azze ve Celle onları azaba uğratabileceğini haber vermiş, onları kendilerini, rasulleri yalanlayan önceki ümmetlerden üstün olduklarını ve önceki ümmetlere dokunan azabın kendilerine dokunmayacağını zannetmelerinden sakındırmıştır. Kıyas ehli buna karşı çıkmazlar. Allah Azze ve Celle, onlardan öncekilere yaptığı gibi, onlara da azabı indirmeyi dilerse bunu yapar. Dilemezse yapmaz. Bu kıyas değildir. Zira kıyasçıların metoduna göre değerlendirilecek olsaydı, Allah Azze ve Celle’nin üzerine hükümler vacip olur ve bunun varlığı da zorunlu olurdu!
Yine kimse şuna karşı çıkmaz: Bizler, önceki ümmetlere dokunan azabın müşriklere dokunmadığını görürüz. Hatta bunlardan bazısı Kureyş kafirleri gibi ayette doğrudan kendilerine hitap edilen kimselerdir. Azap dünyada onlara ulaşmamıştır. Onlar tevbe etmeleri ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in risaletine iman etmeleri için mühlet verilenlerdendir. Şayet umum hakkındaki hüküm, mutlak olsaydı, bütün müşriklerin bir günde öldürülmeleri gerekirdi. Onlardan hiçbiri kurtulamaz, bundan sonra müslüman olamazlardı ve bu, müşriklerden birinin cezasının o savaşta hemen öldürülmesi olduğuna bir delil olurdu.
Şayet kıyasçılar bu ayeti iyi düşünürlerse Allah Azze ve Celle’nin onların hükümlerini farklı kıldığını anlarlardı. Kafirler, kendilerinin öncekilerden üstün olduklarını zannettiklerinde Allah’ın azabından emin oldular. Bunlar onlardan farklıdırlar. Dolayısıyla aynı hükümde olmadılar. Onlar, birbirinden farklı olanların ayrılması kaidesini kullanırlar. Lakin Allah Azze ve Celle dilediği gibi eşitler veya ayrım yapar.
İbn Kayyım’ın zikrettiği misallerden birisi de, Allah Azze ve Celle’nin Ad kavminin cezasını zikrettikten sonra: “Oysa onlara, size vermediğimiz şeyleri vermiştik” (Ahkaf 26) buyurmasıdır.
Derim ki, bu ayet çeşitli yönlerden kıyası yıkmaktadır: Birincisi: Kıyas ehli, illetin genel kapsamında zikredilenlerin dışındakilere de, bu hükmün geçeceğini zannederler. Bizler ise Allah Azze ve Celle’nin şeyler ile fertlerin arasını hükümde eşitlemesini inkar etmeyiz. Lakin insanların, nas gelmeden önce birbirine benzeyen eşyaların hükümlerde de eşit olduğunu haber vermeye hakları yoktur. Aksi halde ayette geçen kafirler bunu yapmış ve hata etmişlerdir. Onlar, dünya hayatlarındaki yaşam ve kuvvet sebeplerini, insanın diğer insanlara karşı kendisini savunma imkanını gördüklerinde, düşmanda bulunan illeti, insanlardan olmayana da uygulayarak hükmettiler. Onlar kendilerinde bulunan imkanların, Allah Azze ve Celle’nin azabını da uzaklaştıracağını zannettiler. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle, kendilerinde bulunan imkanların, azabı def etmeye bir sebep olamayacağını haber verdi. Onlara, kendilerinden öncekilerden ibret almak düşer.
Bu sözümüze şöyle karşılık vereceklerinden gafil değiliz: “Bu sözünüz, şayet beşerin imkanları Allah Azze ve Celle gibi olsaydı doğru olurdu. Malumdur ki Allah Azze ve Celle’nin kudreti, beşerin kudreti gibi değildir.”
Onlara deriz ki: Peki size kureyş kafirlerinin kuvvetinin, Ad kavminin kuvveti gibi olduğunu kim haber verdi? Kureyş kafirlerinin kuvveti de Ad kavminin kuvvetinden büyük olabilir!
Zorunlu olarak şöyle diyecekler: Kureyş kafirlerinin kuvveti, Ad kavminin kuvvetinden büyük olsa dahi, Allah Azze ve Cellenin cezasını geri çeviremezdi.” O zaman onlara deriz ki: Öyleyse Kureyş kafirlerinin kendilerinden azabı uzaklaştırma imkanlarının bulunmadığını naslardan ve Allah Azze ve Celle’nin herşeye kadir olduğuna dair kesin delillerden öğrendiniz. Bu hükmün Ad kavmini de kapsamasından değil. Bununla beraber Allah Azze ve Celle dilerse, Ad kavmine yaptığının aynısıyla onları azaplandırabilir, dilemezse azaplandırmaz. Bu kıyasçıların görüşü değildir. Onların görüşleri, pirincin de tıpkı buğdayda olduğu gibi, fazlalıkla satışının caiz olmamasıdır. Onlar; “Allah pirincin satışını dilerse haram kılar, dilerse helal kılar” demiyor, bunun caiz olmadığını söylüyorlar!
Yine Aişe radıyallahu anha hadisinde, O, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in bulut veya fırtına gördüğü zaman yüzünde bir hoşnutsuzluk hissetmiş ve sebebini sorduğunda Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Ey Aişe! Bunun içinde azap olmayacağından emin olamıyorum. Nitekim bir kavim rüzgarla azaplandırıldı. O kavim de azabı gördüklerinde: “Bu yağmur yağmasının alametidir” demişlerdi.”
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in kavmi, Ad kavmi gibi olmamasına rağmen, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem neden onların musibetine uğramalarından endişe ediyordu? Şayet Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in kavmi Ad kavmi gibiyse, neden aynı musibete uğramadılar? İşte zikredilen ayetin kıyasa delil getirilmesi böylece bâtıl olmaktadır.